Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “28 ŞUBAT sürecindeki MGK’da da görünürde bir farklılık yok gibiydi. Ancak vücut dili farklıydı. Çeşitli el hareketleri, gülüşmeler, yüzlerdeki alaycı ifadeler, Başbakan Erbakan’ın boncuk boncuk terleyişi. Zaman zaman powerpoint’le bizzat Başbakan’ı hedef alan, onun konuşmalarını, özel hayatını sorgulayan durumların gösterilmesine şahit oldum.”

        Bu cümleler, 28 Şubat dönemine ilişkin 103 sanığın yargılandığı “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni cebren devirmeye, düşürmeye iştirak” davasında ifade veren Tansu Çiller’e ait. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’e edilen küfür ve hakaretlere ilişkin bir soru üzerine ayrıca şunları söylüyor: “(...) Bunlar bir değil, iki değil, üç değil. O dönem bunlar bir atmosferdi, bireysel olaylar da değildi. Bunlar olduğu zaman Genelkurmay, tıpkı Özbek Paşa meselesinde olduğu gibi, en ufak bir tepki vermedi. Hatta Özbek Paşa olayında olduğu gibi hakaret ve küfür eden paşa, terfi dahi ettirildi.”

        Erbakan’ı aşağılamak, siyasi itibarını zedelemek ve kendi üstünlüğünü vurgulamak için powerpoint’le sunum yapan bir MGK. Postmodern darbe ifadesinin haklılığını ispat için bundan daha iyi bir resim olamazdı.

        Çiller, bu açıklamaları yapmayı bir hayli erteledi. Bu bekleyiş ve gecikme güçlü siyasetçilere yaraşır bir tutum olmasa da, bu ifadelerin bugünlere denk gelmesinin oldukça önemli bir boyutu var.

        1) Zira Çiller’in tarif ettiği “atmosfer”, aynı zamanda 2004’teki MGK kararının rafa kaldırılma nedenidir. (Dönemin Başbakanlık Müsteşarı ve Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK) Başkanı Ömer Dinçer, 2004 yılında MGK’da alınan FETÖ ile ilgili tavsiye kararı hakkında işlem yapılmamasının nedenlerini sarih bir biçimde anlatmıştı. 10.07.2017 tarihli yazısına bakılmalı.)

        2) Çiller’in tarif ettiği atmosfer, aynı zamanda 2008’de açılan AK Parti’yi kapatma davasıyla akrabadır.

        3) Çiller’in tarif ettiği atmosfer, Erdoğan’a dönüp “Neden kandırıldın?” diye sormanın manasızlığının da kanıtıdır.

        KUDÜS’TE GÖZ GÖRE GÖRE İŞGAL

        İSRAİL münferit girişimleri bahane ederek Mescid-i Aksa’da terör estiriyor. 14 Temmuz’da Mescid-i Aksa’da görev yapan 2 polise saldırı düzenlediği anlaşılan 3 Filistinli gencin öldürülmesiyle başlayan kuşatma, şiddetini giderek yükseltiyor. Cemaat hırpalanıyor, müftü Muhammed Hüseyni tutuklanıyor, Aksa bekçileri hapsediliyor, İç Güvenlik Bakanı Gilad Erdan “artık Aksa’nın kontrolünün kendi ellerinde olduğu” yolunda ifadelerle Ürdün’e hakaret ediyor, eski şehrin kapıları kapatılıp açık olanlarının önüne metal dedektörü konuluyor.

        Yahudi fanatik yerleşimci gruplar, İsrail gözetiminde birkaç defa Mescid-i Aksa’ya baskın düzenleyebiliyor. Cuma namazı yasaklanıyor, o yetmiyor 50 yaş altının Aksa’ya girmesi yasaklanıyor. Mescid-i Aksa Hatibi Şeyh İkrime Sabri, İsrail polisince vuruluyor. Kanunsuz aramalar, ev baskınları, sokak kontrolleri yüzünden insanlar nefes alamaz hale gelmişken 21 Temmuz günü yapılan protestolarda halka ateş açılıyor. 3 Filistinli öldü, 140’ı yaralandı.

        Uluslararası kamuoyu sessiz. BM Genel Sekreteri değil, sözcü yardımcısı Farhan Haq düzeyinde yarım ağız bir endişe ibaresi var, o da gazetecilerin sorusu üzerine. Başta Mısır ve Suriye olmak üzere yakın coğrafya darbelerle ya da iç savaşlarla çıkmaza girmiş durumda.

        Körfez ülkelerinin ise zaten hiçbir zaman İsrail aleyhine, Filistin lehine tavır almak gibi bir öncelikleri olmadı. Şimdi bir de Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar üzerinden sahnelediği münafık kovalama oyunu yüzünden dikkatleri dağıldı, ciddiyet zafiyetleri daha da arttı, o kadar.

        Elbette Türkiye’den yüksek profilli kınamalar ve çağrılar söz konusu. Dışişleri Bakanlığı’ndan yazılı açıklama yapıldı, Abdullah Gül Twitter’dan kınama yayınladı, Ahmet Davutoğlu İslam İşbirliği Teşkilatı’nı inisiyatif almaya davet eden bir yazı kaleme aldı, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Mescid-i Aksa’nın önemini tarih perspektifiyle kavramayı ve gidişata dur demeyi salık veren çalışmalar yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan telefon diplomasisi yürüttü. “Biz, zalim hükümdarlar karşısında susmayı zulüm addediyoruz. Buna asla katlanamayız” cümlesi önemli. Başta İHH olmak üzere çeşitli STK’ların çağrılarıyla birçok protesto düzenlendi.

        Bu çıkışlar 50 yıl sonra geri dönüp bakıldığında birer onur nişanesi olarak parıldayacaktır. Tarihe düşülmüş kayıtlar bağlamında hayli anlamlılar. Ancak bugünlerde insanlar kendisine, “Sahi, Türkiye neden NATO’daki İsrail vetosunu kaldırmıştı?” diye soruyor.

        Ankara’nın, “Kudüs’ün İsrail başkenti gibi gösterildiği” 2016 tarihli Mavi Marmara davasını düşürme anlaşmasının metnine itiraz etmeyerek düştüğü zafiyet, böyle günlerde daha üzücü ve ürkütücü geliyor. Zira İsrail’in amacı, dozu her seferinde biraz daha artırarak kendi Kudüs’ünü inşa etme yolunun taşlarını döşemekti.

        Nasıl ki katliamlarını tek seferde bir soykırım olarak gerçekleştirmeyip zamana yayılmış imha planları olarak tasarladı, “Kudüs’ü tamamen elde etme, Mescid-i Aksa’yı imha edip yerine kadim Süleyman Mabedi’ni kondurma” emeline de aynı şekilde, tedrici adımlarla yaklaşıyor. Şiddet kullanarak bastırıyor, diplomasi yoluyla meşruiyet elde ediyor. Ancak belli ki Türkiye’nin yardım faaliyetlerine indirgenmiş iyi niyeti yeterli değil. Çünkü uyanıklıkla, akıllı ve uzun vadeli bir tasarımla harmanlanmamış iyi niyetle yol alındığı, görülmüş değil.

        TABLOLARDA GİZLENEN MEKÂN

        İSPANYOL sanatçı Jose Manuel Ballester’in 2014’te yaptığı “Gizli Alanlar” isimli çalışma, kalabalıklardan soğuyup metropol dışına kaçmaya, yerleşmeye merak saran günümüz şehirlileri için derde deva bir ferahlık hissi bahşediyor. Zira bu sıradışı çalışma, aslında klasik tabloların dijital ortama aktarılıp insanlardan ve dahi bilumum canlı figürden soyulup arındırılmasından ibaret.

        Resimlerdeki figürler silinince o kalabalık yüzünden arka planda kalan tüm gizli alanlar hem görünür hem davetkâr olmuş. En hüzün verici olan Da Vinci’nin “Son Yemek” tablosu. İsa’nın ve havarilerin yerinde yeller esince Son Yemek daha trajik bir hal almış, “Son Yemek’ten Sonra” ismine layık yeni bir tablo olmuş.

        Ama benim favorim Boticelli’nin meşhur “Venüs’ün Doğuşu” (1485) tablosunun sessizliği oldu. Sizce de, Venüs’ün, anadan üryan Venüs’ü örtmeye çalışan anaç mı anaç Mevsim Tanrıçası telaşının ve habire rüzgâr üfleyen ve bunu neden yaptıkları hâlâ anlaşılamamış meleklerin olmadığı bir olasılık, orijinalinden daha asude ve dingin değil mi?

        Diğer Yazılar