Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “KADİM şehirlerin en önemli güzelliği, ana karakterlerini kaybetmeden yeniyi bünyelerinde eritmesi, özlerinden katarak yeniden yoğurmasıdır. İstanbul bu açıdan gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.”

        Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘’Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi”nde bu cümleleri sarf ettiğinde çarşı karıştı. Kimi bakanla, “Evet biz de zarar verdik” yarışına girip Erdoğan’ın özeleştirisinin ucuna eklenmeye çalışırken, bir kısmı “Ne münasebet, bir hain varsa o da CHP’dir” sularına seğirtti. Peki CHP ne yaptı? “Hainsen o koltuktan kalkacaksın” gibi bir karşılık vererek bu ülkede özeleştiri yapmanın ne kadar imkânsız olduğunu kanıtlamış oldu.

        Bu şehirde Erdoğan öncesini bilecek kadar çok yaşamış herkes, Erdoğan’ın bu şehre yaptığı katkıları bilir ve minnetle anar. Çünkü Erdoğan öncesi İstanbul’da çöp patlıyor, sular akmıyordu. Cami musluklarından doldurduğum bidonlarla Fatih’te 3. katta bulunan evime su çıkardığım günleri iyi hatırlıyorum. Yol yapım ve inşaatlarının en az 5 yıl sürdüğünü de. Haliç’in yanından geçmenin cesaret istediğini, Boğaz’ın yakınlarındaki semtlerde bile nefes alınamadığını. Hava kirliliğinin insan sağlığını değil bakın, “hayatını” tehdit ettiği günleri.

        Kangrene dönmüş sorunların hepsi Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde çözüldü. Erdoğan’ı Başbakan yapan ne okuduğu şiirler ne yaşadığı mağduriyetlerdi, en önemli etken İstanbul başarısıydı. Bir kere bunu saygılar ve çiçeklerle dolu bir çelenkle beraber alalım ve güzel bir kaidenin üzerine koyalım.

        Çünkü devamı var. Çünkü sorumluluğunu açık açık ifade ettiği kısımda, kent siluetinin çok katlı binalarla tarumar edilmesi bahsinde de haklı. İstanbul’un güzelim siluetinin bozulmasında herkesten çok Erdoğan’ın payı var.

        Haber, inşaat veri tabanı konusunda dünyanın sayılı kaynaklarından biri olarak görülen Emporis’ten toplanan veriler gösteriyor ki, 2002 ve öncesi İstanbul’undaki yüksek irtifalı binaların toplam uzunlukları 127 kilometreyken sadece son 14 yılda uzunluğu 83 kilometreyi bulacak yeni bina yapıldı. Dikey yapılaşma 2007’de çoğalmaya başladı, 2010’larda zirveye vardı. 2010-2015 arasında her sene 100’den fazla çok katlı yapı inşa edildi. Rekor 158 binayla 2013 yılına ait.

        Dikey mimariden şikâyet ve yatay mimariye geçiş hedefi 2014 yılında AK Parti seçim beyannamesine bile girdi. Hakeza Erdoğan da dikey mimariyi ilk kez eleştirmiyor. 27 Ocak 2017’de Cumhurbaşkanlığı’nda düzenlenen Şehircilik Şûrası’nda Erdoğan, yatay mimariden yana olduğunu şu sözlerle savunmuştu: “Ben dikey mimariden yana değilim. Ben yatay mimariden yanayım. İnsan, topraktan uzak değil; toprağa yakın olarak yaşamalıdır. Böyle düşünüyorum. Bugünün Türkiye’si, böyle bir çirkinliği, böyle bir nobranlığı asla hak etmiyor.”

        Ancak Boğaz’ın siluetine vurulan en büyük darbe, son on yılın mühürlerini taşıyor.

        AK Parti öncesi dönemde 24 olan gökdelen sayısı 2016 sonunda 121’i buldu. Erdoğan 1994’te İstanbul belediye başkanlığına başladığı yıl İstanbul’da sadece 4 adet gökdelen vardı. Şimdi 121. 2012’de 17, 2013’te 13, 2014’te 21 adet gökdelen inşa edilmiş. Bunlardan ikisi Erdoğan’ın lise arkadaşı Mesut Toprak tarafından Zeytinburnu’na yapılan 16:9 konutları ki, geçiniz Boğaz’ı, bu kentin gözü gibi bakması gereken tarihi yarımada siluetini mahvetti.

        Bugün Selimiye’den bakan herhangi bir kişi sadece Dolmabahçe Sarayı’nın üzerinden şehre çökmeye gelmiş cehennem zebanilerini andıran gökdelenleri görmüyor, Sultanahmet Camii minareleri arasından insan yiyen bitki misali fışkıran 16:9 konutlarını da görüyor ve gördüğüne kahroluyor. Erdoğan bu yüzden Mesut Toprak’a küsmüş ve binaların üst katlarının tıraşlanmasını istemişti. Lakin basına yansıdığı kadarıyla görüyoruz ki bu kırgınlık Mesut Toprak’ın Fatih’e imam hatip lisesi yapmasıyla giderildi. Mesut Toprak okulun adını Recep Tayyip Erdoğan İmam Hatip Lisesi yaptı ve herhalde bu şekilde 16:9 katlarını tıraşlanmaktan kurtaracağını düşünmüştü. Ne yazık ki beklediği gibi de oldu.

        Sözün özü: Erdoğan’ın yaptığı itiraf güzel, yiğitçe bir itiraf ama soru belli: Bu özeleştiri bizi İstanbul’un iki yakasına dikilmiş zebanilerden kurtaracak mı?

        Kızkulesi’ni görebildiniz mi? Göremezsiniz, çünkü gökdelenler tarafından esir alındı.

        **************

        ŞİMDİ VATANDAŞ SORMAZ MI?

        İNSANIN, iyi ki büyük medya kuruluşlarının gazına gelmemişim, iyi ki yapılan yaygaralardan etkilenmemişim ve hadiseye politik angajmanların gözlüğünden değil salt hukuk, suç ve kanıtlar cihetinden bakmayı başarmışım dediği anlar olur.

        Geçen hafta bu anlardan birini daha yaşadım. Çünkü Büyükada’da toplantı yaptıkları otelde 5 Temmuz’da gözaltına alınan Uluslararası Af Örgütü Türkiye, Yurttaşlık Derneği ve İnsan Hakları Gündemi Derneği temsilcileri hakkında güzide medyamızın yaptığı suç tariflerinin etkisinde kalsaydım, herhalde 13 Eylül’de kaleme aldığım “İçimize sindi mi?” başlıklı yazıyı yazamazdım.

        Tutuklama gerekçeleri o kadar tuhaftı ki sanıklardan biri TBMM’nin web sitesinden yayınlanmış bir rapor üzerinden “devletin gizli belgelerini” bulundurmakla itham edilebilmişti. Diğer tutuklular için gösterilen kanıtların da bundan çok farkı yoktu ve buna sırf yabancı oldukları için “ajan” muamelesi gören Peter Steudtner ile Ali Gharavi de dahildi. Günün sonunda İnsan Hakları Gündemi Derneği’nden Günal Kurşun, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Direktörü İdil Eser, Yurttaşlık Derneği’nden Özlem Dalkıran, Nalan Erkem, Kadın Koalisyonu’ndan İlknur Üstün, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’nda Proje Uzmanı sanık Veli Acu’nun ve Ali Ghravi’nin, Peter Steudtner’in tahliyesine karar verildi.

        Gözaltına alındıklarında şenlik ateşi etrafında toplanmış kampçılar kadar coşkulu, neşeyle el çırpan gazeteciler ise suspus olmuş.

        Ancak vatandaş elbette cevap bekler. Hani hepsi ajandı, olmadı provokatördü, hani büyük kaos yaratacaklardı, hani 15 Temmuz benzeri yeni bir darbeyi “kolaylaştırmak” için toplanmışlardı, hani arkalarında İngilizler vardı, hani çok şükür uçurumun eşiğinden dönülmüştü, şimdi ne oldu? Bu kişiler bu gerekçelerle tutuklanmayı hak edecek kadar tehlikeli idiyseler neden tahliye edildiler? Tahliye hak ve meşru ise neden aylarca tutuklu kaldılar ve itibar suikastına maruz bırakıldılar?

        Hoş artık kimse bir kısım medya ve bazı tetikçiler kendisine saldırdı diye itibarından, şerefinden mahrum kalmıyor. Hedef tahtası olanlar açısından iyi; medya için, medyanın inandırıcılık ayarlarını hoyratça kullanmış siyasetçiler için derece kötü bir durum.

        Diğer Yazılar