Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ABD Başkanı Trump gibi bir narsist ve boş tehditler yağdırmaktan zevk alan biri de olsa ABD’nin Duma’daki kimyasal silah saldırısını tamamen cezasız bırakamayacağı ortadaydı. Nitekim 12 Nisan tarihli “ABD ve Rusya nereye kadar gerilir?” başlıklı yazımda şunu da eklemiştim: “Sadece Rusya’yı çok fazla incitmeyecek bir saldırı olacak.”

        Öyle de oldu. ABD, İngiltere ve Fransa ortak operasyon yaparak Suriye’deki bazı hedefleri vurdu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Joseph Dunford, Suriye’ye yönelik füze saldırısından dakikalar sonra şu açıklamayı yaptı: “Saldırı sadece 60 dakika sürdü ve sona erdi.” Ve eklemeyi ihmal etmedi: “Amerika, hedeflerini, Rus birliklerini hedef alma riskini azaltacak şekilde seçti.”

        Peki ne oluyor?

        VERİLEN SÖZLER

        Görünürde ABD kimyasal silah kullanan Suriye rejimini ve hamisi Rusya’yı azıcık cezalandırıyor.

        Ama sanırım bu, çok kısa bir özet olur.

        Daha doğru yorum, ABD’nin Rusya’yı , 11 Kasım 2017’de ajanslara düşen toplantıda alınan kararlara, o toplantıda verdiği sözlere uymaya zorladığıdır.

        Hatırlarsınız, iki devletin liderleri Kasım 2017’de Vietnam’da bir araya gelmiş ve Kremlin’den “Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ABD Başkanı Donald Trump’ın, Suriye’de çözümün askeri değil siyasi olması gerektiği konusunda anlaştıkları” açıklaması yapılmıştı.

        İşin özü şuydu: Rusya, Suriye’de stratejik ve askeri açıdan var olmak mı istiyordu? Olsundu. ABD “sorunları giderilmiş” bir Suriye’den para kazanmayı burada asker kaybetmeye, daha da önemlisi buralara para dökmeye tercih ederdi. Rusya rejimin kalmasını mı istiyordu? Tamam rejim de kalsındı.

        İran konusu karışıktı. İran kendisiyle organik ilişki içinde olduğu “Esad Ailesi giderse olmaz” diyordu. Hem Rusya’nın müttefiki, hem sahada barış ihtimalini sonsuza dek baltalayacak güçte olan bir “yerli” aktördü. Eh hadi, o zaman şimdilik Esad da kalsındı! Ama madem Rusya bütün bu koşulları yönetebileceğini vaat ediyordu; Esad’ı denetleme, İran’ı dengeleme, İsrail’in güvenliğini temin etme sözüne de harfiyen uymalıydı. Esad kalacaksa bile, değiştirilmesi dönüştürülmesi elzemdi.

        Allah var, Rusya Astana sürecini iyi yürüttü. Türkiye’nin de dahliyle görüşmelerin bir noktaya gelmesi sağlandı. Artık anayasa konuşuluyordu. Seçimler ve olası idari yapılanma modelleri bile konuşulmaya başlanmıştı. Rusya puan topluyordu.

        Ancak sonuca yaklaşma emareleri belirdikçe müttefikler arası nüanslar baş göstermeye; İran ipe un sermeye başladı. Çünkü İran bırakın Esad rejiminin gitmesini, yeni bir Esad’a bile razı değil. Dahası Suriye’de, kendi milliyetçi ve mezhepçi yayılma modelinin önüne takoz olabilecek hiçbir idari modele razı değil.

        Bir yere varma ihtimali belirdikçe Rusya’nın olurunu alan işler, İran’dan tam destek alan Esad’ın bildiğini yapmaya devam etme eğilimine tosladı. Tahran-Bağdat-Şam-Lübnan hattını Esad’ın hayatta kalışı ve Türkiye’nin güvenlik kaygıları sayesinde toparlamak isteyen İran’ın arzularına tosladı. Bu toslayışların çarpan etkisinde Suudi Arabistan’ın da payı vardır.

        AZ BEDEL, ÇOK PAY

        ABD, Suriye’ye yaptığı göstermelik vuruşlarla Rusya’yı, Esad’ı ve İran’ı “tutmaya”, “dengelemeye” icbar ediyor. “Suriye’den çıkmaya varım, ama sen de vaadini yerine getir” diyor. Peki neden? Çünkü her zorlama, savaş sonrası Suriye’nin imarı ve inşası, Kerkük’ten Doğu Akdeniz gazına uzanan enerji hattı pazarlıklarında daha fazla pay anlamına gelir. ABD söz konusu ise bu iki kere doğrudur.

        Hülasa: Bütün aktörlerin fazlasıyla çirkin olduğu bu düelloda, ne “Amanın İran hedefte” diye üzülmek anlamlı, ne de “Yine ne varsa ABD’de var” filan demenin bir vicdanı var. Zira an itibarıyla İran, tarafları az çok tatmin edebilecek bir çözümü engelleyen ve yangını harlayandır. ABD ise Suriye’ye bakarken “Az bedelle nasıl çok söz ve pay sahibi olurum?” sorusundan daha fazlasını görmeyen.

        ***********

        28 ŞUBAT DAVASI KARARI VE ‘HESAPLAŞMA’

        28 ŞUBAT davasında 103 sanıktan aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir, Genelkurmay Harekât Başkanı emekli Orgeneral Çetin Doğan ve eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Halil Kemal Gürüz’ün de bulunduğu 21 kişi müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme, sanıkların yaş ve sağlık durumları ile ölçülülük ve orantılılık ilkelerini de birlikte değerlendirerek, adli kontrol kapsamında yurtdışına çıkışlarını yasakladı, ayrıca her ayın ilk günü ikametlerine en yakın güvenlik birimlerine imza verme şartı getirdi.

        Karar kimseyi tatmin etmemiş gibi görünüyor. 15 Temmuz darbe girişimini “İşte laikliğin önemi” diyerek okuyanlar; bu darbe girişiminde “laiklik ilkesini istismara kapı aralayan bir dayatmaya dönüştürmenin oynadığı rolü” görmeyenler; yani sanıklar ve yakınları, verilen kararı zulüm olarak nitelendiriyor.

        Ancak fiilen adli kontrole razı olma ve yargılama masraflarından ibaret bir çerçeveyle hayata geçecek bir kararı gerçek bir cezalandırma, gerçek bir hesaplaşma olarak görmeyenler de var. Dün ve önceki gün sosyal medyada bu doğrultuda pek çok sitem ve eleştiri vardı.

        Ama asıl soru, söz konusu davanın ve sonucunun “28 Şubat’la hesaplaşma” bağlamında nerede durduğu.

        Pek çok insanın hayatı, 28 Şubat adlı kara delik tarafından emilmiş durumda; bazıları ise hâlâ 21 yıl süren bu anafora mahkûm edilmiş bir hapis hayatı sürüyor.

        Dile kolay. 21 yıl.

        “Gerçek bir hesaplaşma söz konusu ise, o dönemin ‘darbe yargısı’ tarafından mahkûm edilmiş 600’e yakın kişi neden hâlâ cezaevinde?” sorusu anlamlı bir sorudur. Siyasetin merkezini ve çevresini değiştiren birçok dinamiği harekete geçiren ve bu dinamikler eliyle 28 Şubat’ı tamamen geride bırakan bir Türkiye’yi idrak ediyorsak, 28 Şubat yargısının mağdur ettiği kişilerin durumu neden ele alınamıyor? Buna ne engel oluyor, tam olarak anlamak mümkün değil.

        Diğer Yazılar