Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Komplo teorilerine meraklı beyinler dünyayı bir odaya kapanan birkaç adamın yönettiğini düşünürler. Hangi ülkede kimin devlet başkanı seçileceğine de, önümüzdeki sezon hangi renkleri giyeceğimize de bu odada karar verilir. Hayali karar vericilerin isimlerini ise çoğu zaman ezbere biliriz: Rotshchild, Rockefeller ve son yıllarda özellikle dünyadaki sağcıların zihnindeki en kullanışlı düşman figürü olan Soros.

        Paraları ve nüfuz alanları fazla bu isimlerin çoğunlukla Yahudi olması da düşman yaratma kolaycılığının ürünü. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi siyasi krizlerin etkisini insanlar kendi hayatlarında hissetmeye başladıklarında suçu hazır ve nazır bir düşmanın üstüne yıkarlar ve birçok ilerlemenin sorumlusu Yahudiler hep kolay bir hedeftir.

        Christopher Isherwood “A Single Man” romanında yazdığı gibi “Nazilerin Yahudi nefreti haklı değildi, ama sebepsiz de değildi.”

        Dünya şimdi yine benzer bir dönüşümden geçiyor. Teknolojinin dönüştürücü etkisi en çok mavi yakalıları vuruyor ve yeni çağa adapte olmayan niteliksiz işsiz ordusu her geçen gün büyüyor. Buna paralel, Ortadoğu’da yaşanan savaş önüne geçilemez bir mülteci krizi yarattı ve birinci dünya ülkeleri sorumluluk almamak için uğraşıyor. Paranın ve bilgisinin sınırsız dolaşımıyla ulaşılması beklenen global köy fikri sonu kötü bitecek bir masala benziyor artık.

        Ortalama adam çaresiz ve öfkeli.

        SALDIRILAR TESADÜF DEĞİL

        Geçen hafta Amerika’da Clinton’lar, Obama’larla birlikte George Soros’un evine bombalı paket yollanması tesadüf değil. Önceki gün Pittsburgh şehrinde 11 kişinin öldüğü bir sinagoga yapılan saldırı da.

        George Soros
        George Soros

        İki saldırıyı da birbirine bağlayan vasat insanın komplo teorileriyle beyninin yıkanması. Ne yazık ki toplumdaki aşırı dalgalanmaların önüne geçmesi gereken günümüz politikacısı ise bu nefret dalgasıyla gücünü pekiştirmeye çalışıyor. İşte Duterte, Bolsonaro ve tabii ki Donald Trump.

        Trump’ın açık açık George Soros’u hedef göstermesinin üzerinden sadece birkaç hafta geçti. Anayasa Mahkemesi’ne atanacak alkolik yargıca yönelik protestoların Soros tarafından organize edilmiş olabileceğini söyleyerek sağcı tabanını gaza getirdi. Birkaç senatör de bu deli saçmasına inanarak yalana meşruiyet kazandırdı, yaydı.

        Zaten 2016’da Trump’ı seçim zaferinden beri sağcı blog’larda, başkanın takip ettiği haber sitelerinde, Beyaz Saray yönetimine kadar giren Breitbart gibi sitelerde Yahudi düşmanlığı yapmak adeta normalleşti. Geçen sene aşırı sağcıların siyah bir göstericiyi ezidği, Neo-Naziler’in swastika’larıyla dolaştığı gösterilerden sonra Trump oy korkusundan “İki tarafta da kötü insanlar var” diye açıklama yapmıştı.

        İşsiz kalan niteliksiz işçi her zaman kendisi dışında bir bahane arayacaktır; cehaletin doğası bu. Devlet başkanlarının sorumluluğu ise bu aşırı uçları dengelemek, bilginin galip gelmesini sağlayarak tehlikenin yayılmasını engellemektir.

        YENİ LİDER TİPOLOJİSİ

        Ancak Trump’ta vücut bulan yeni siyasetçi tipolojisi böyle bir sorumluluğun gerekli olmadığını, tamamen demokratik yollardan yönetime gelen demagogların oyunun kurallarını kendilerine göre değiştirdiğini gösteriyor. Bu yeni dünya düzeninde oy adına her türlü komplo teorisini köpürtmek meşru, Twitter ve Facebook da bu yalanların aracısı.

        Sinagog saldırısında sonra yeniden gündeme gelen “The Plot Against America” romanında Philip Roth ABD’ye Nazi sempatizanı bir başkan seçilmesi halinde tarihin nasıl farklı bir yön alacağını tartışmaya açmıştı. Bugün Roth’un distopyasının pek de hayal ürünü olmadığı, kurumların tek başına bir şey anlam ifade etmediği gibi ABD gibi dünyanın en eski ve işleyen demokrasisinde bile konuşuluyor.

        Komplo teorileriyle kolayca manipüle edilen cahil insan artık marjinal bir figür değil, çoğunluk neredeyse. Ve şimdi eline yeniden silah aldı. Tarih her zaman kendini tekrar etmiyor belki, ama ders alınmadığı için benzer hedefler, benzer hayali düşmanlar hep karşılığını buluyor.

        Tam da bu yüzden 29 Ekim’de bizim hatırlamamız gereken “Cumhuriyet” kavramının tek başına bir anlam ifade etmediği, huzur ve barışın garantisin, bireysel özgürlüklerin tek başına garantisi olmadığı. Birleşik Krallık bir Cumhuriyet değil örneğin, öte yandan İran bir cumhuriyet. Bütün kurumlar ve değerler gibi cumhuriyet kavramına da kağıt üzerinde anlam yüklemek, kağıt üzerinde sahip çıkmak yeterli değil. Önemli olan bu cumhuriyetle bizim ne yaptığımız.

        Diğer Yazılar