Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Herhalde herkes izlemiştir artık, Amerika’nın en prestijli üniversiteleri arasında yer alan Brown’da okuyan Türk genci trafik cezasıyla ilgili hakim karşısına çıkıyor. Hakim de “Evet, kuralları bilmiyormuşsun, umarım Amerikan yargısıyla ilgili tecrüben iyi olur,” diye şovunu yapıp bizim genci gönderiyor.

        Millet “Ne güzel işte adaleti olan ülke” diye izliyor video’yu, ben ise her iki taraf adına da utanıyorum. O video’da babacan bir hakimle hukuk devleti algısından çok daha büyük bir çarpıklık var.

        Brown’ın bulunduğu Providence’a iki ay önce gelmiş Türk genci. Lisansa mı geldiğini bilmiyorum. Ama her halükarda kalburüstü bir aileye mensup olduğu belli. İki ay içinde hemen arabayı çekmiş altına, dahası Brown gibi pahalı bir okulda öğretim ücretini de ödeyecek kadar iyi durumda.

        Hadi diyelim burslu okuyor…

        O zaman da iyi bir üniversite ya da liseden başarıyla mezun olması gerekiyor. Mezun olduğu okulun da İngilizce eğitim verdiğini varsayıyorum.

        BU NASIL İNGİLİZCE

        İşte hangi okulsa bu gitsin kapısına kilit vursun, ya da Milli Eğitim Bakanlığı yabancı dilde eğitim verme lisansını iptal etsin bu okulun. Ivy üniversitesine Kapalıçarşı esnafı İngilizcesiyleöğrenci gönderen o okul hangisiyse kapansın daha iyi.

        Peki bu öğrenciyi kabul eden Brown’ın da hiç ayıbı yok mu? Olmaz mı… O küçücük video ABD’de prestijli üniversitelere girmenin bile ne kadar çarpık işlediğini gösteriyor. Bu genç “lab”de çalışıyormuş. Bilim alanında öğrenci bulmakta o kadar zorlanıyor ki Amerika’daki üniversiteler üçüncü dünyanın kağıt üzerinde matematik-fende başarılı gençlerine kapıyı hiç sorgulamadan açıyorlar. Yeter ki kota dolsun, sosyal bilimler dışında da eğitim verdikleri anlaşılsın. Zaten bu okullara girmek zor, çıkmak değil.

        Ya o TOEFL, SAT, o kadar kelime ezberleme ne işe yarıyor?

        ABD’de her sektör gibi yüksek öğretim de milyarlarca doların döndüğü bir endüstri. Yüzlerce dolar verilerek girilen sınavların hiçbir işe yaramadığı trafik cezası için hakim karşısına çıkan gençten belli… O sınavın yazılısını, sözlüsünü, okumasını nasıl geçip de Brown’a kadar girmiş, asıl haber burada. Daha doğru edat kullanmayı bilmiyor.

        Tabii ben annesini, babasını, dayısını, amcasını da merak ettim bu gencin. Zira bu üniversitelere girmek biraz da “network” işi.

        Umarım bir daha arabasını doğru yere park eder.

        AMERİKAN ADALETİ BUDUR

        Hakimin de Amerikan yargısını yücelten cümleleri şaka olsa gerek.

        Amerikan yargısının nasıl işlediğini merak edenler O.J. Simpson davasına bakabilir mesela. Tacizci ve yalancı hakim Brett Kavanaugh’un en yüksek mahkemeye seçilme sürecini inceleyebilir. “Central Park Five” belgeselini izleyip beş masum gencin sırf bir cinayet dosyasını kapatmak adına nasıl suçsuz oldukları halde 13 sene içeride tutulduklarını hatırlayabilir.

        O hakim Amerikan yargısıyla ilgili olumlu intiba için önce 16 yaşında tutuklanıp üç sene boyunca mahkemeye çıkmayıp bekleyip, iki sene tek başına hücreye atılan, salındıktan sonra intihar eden Kalief Browder’dan bahsetsin.

        Türk yargısının durumu pek parlak değil, aksini iddia edecek halim yok. Ama şımarık bir cahil gence iyi niyet gösteren kasaba yargıcında adalet emsali görecek kadar saf değilim.

        REKLAM

        ***

        Galibiyet yorgunluğu

        Etkiyi ölçebilecek kadar yeterli olan bir örneklemeyle Türk medyasını takip ediyorum. Herkesi değil, gerekli kişileri okuyorum ve izliyorum. O yüzden bu yerel seçim sürecinde kolaylıkla iki adayın medyada ön plana çıktığını söyleyebilirim: Kısa süre öncesine kadar hiç kimsenin adını bilmediği Ekrem İmamoğlu ve “İzmir’i gerçekten AK Parti alabilir mi” diye düşündüren Nihat Zeybekçi.

        İki isim de medyayı çok iyi kullanıyor, kendilerinden bahsettirmeyi biliyor. Medyayı olumlu kullanıyor. Tunç Soyer de sık sık medyada görünüyor, ama daha çok saçma sapan bir tartışmanın içine çekilip yanıt verme tuzağına düştüğü için. Kendisine verilen alanı ve süreyi başkaları tarafından kurulan bir oyunun parçası olarak kullanıyor.

        Öte yandan Zeybekçi’nin Ertuğrul Özkök’e verdiği söyleşi epey dikkat çekiciydi, kendisine kayıtsız kalınamayacağını gösterdi. Düşünsenize, bir AK Parti’li aday şarapçılıktan bahsediyor. Küçük çaplı bir devrim bu.

        Asıl Mansur Yavaş ve Binali Yıldırım’ı pek görmüyorum medyada. Etkili köşe yazarları ikisinden de pek bahsetmiyor, kampanyalarına dair notlar okuyamıyoruz. “Exclusive” denebilecek söyleşi, haber yok haklarında. Bir tek Yıldırım geçenlerde Habertürk’te kapsamlı bir yayına çıktı, o kadar. Yavaş ise benim medya takibimde hiç gözüme çarpmıyor.

        Elbette bir yerlerde görünüyorlardır, ama ben görmüyorum. İyi bir medya takipçisi olan ben bile görmüyorsam ortada bir sorun var demek ki. Medya stratejilerinde yeteri kadar etkiyi sağlayamıyorlar. Son haftaya mı saklıyorlar yoksa yorgunluk mu var?

        TRUMP BÖYLE KAZANDI

        Bugün birçok kişi 2016’daki Amerikan seçimlerine bakarak medyanın Donald Trump’a Hillary Clinton’dan daha fazla yer verdiğini, bu yüzden de taraflı yayın yaptığını söylüyor. Ama o dönem Clinton kendisini kapatmış, gazetecilerle görüşmüyor, söyleşi vermiyor, basın toplantısına çıkmıyordu. Dolayısıyla gazetecilere malzeme de vermiyordu. Trump ise her telefona çıkıyor, her sorulana yanıt veriyor, kendisine düşman bulduğu gazetecilerle bile konuşuyordu. İlgiden memnundu. E sayfaların ve yayın sürelerinin de bir şekilde dolması gerekiyor. Clinton konuşmuyorsa zorla nasıl hakkında haber yapılır?

        Clinton’ın yanılgısı zaten kazanacağını düşünmesiydi. O yüzden de medyaya çıkıp büyüyü bozmak, gereksiz tartışmalar yaratmaktan çekiniyordu. Kazanacağı garanti adaylar medyaya ihtiyaçları olmadığını düşünür çünkü.

        Ama sonuçta Clinton kazanamadı, onun yarattığı boşluktan Trump sıyrıldı.

        Şimdi merak ettiğim Yıldırım ve Yavaş’ın da kazanacaklarından emin oldukları için mi geride durdukları. Bu galibiyet yorgunluğu yanıltıcı olabilir, aradan hiç beklenmedik bir isim sıyrılabilir.

        Bugüne kadar bütün tahminler Ankara’yı Mansur Yavaş’ın, İstanbul’u Binali Yıldırım’ın, İzmir’i de Tunç Soyer’in kazanacağı yönünde. Ama ya hiç beklenmedik bir şey olursa? Ankara AK Parti’de kalır, İzmir’i Zeybekçi alır, İstanbul’da da Ekrem İmamoğlu kendisinin bile inanmadığı bir sürpriz yaparsa?

        Medyada görünür olmak önemlidir…

        En iyisi daha yeni “Seçim Nasıl Kazanılır” isimli kitabı çıkan iletişim ve kampanya uzmanı Şeyda Taluk’a sormak gerek.

        Diğer Yazılar