Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün akşam spor salonunda koşarken göz ucuyla Portland Trail Blazers ve Golden State Warriors arasında oynanan Batı Konferansı finalinin ilk maçına bakıyordum. Bir yandan da aklımda Portland’da oynayan Enes Kanter vardı. FETÖ’cü basketbolcu örgüte bağlılığı, militan çıkışlarıyla biliniyor. Onun yüzünden birçok basketbolsever Türkiye’de bu maçı izleyemedi; herhalde yayıncı kuruluş “terörist” propagandası yapmak istemedi kendince. Warriors maçı farklı kazandı, olur da Hürriyet falan haberi görmezse diye buraya ekleyeyim.

        Enes Kanter’i düşündüm çünkü ABD’de giderek ünlenen bu sporcuyla uğraşmak devletin işine mi geliyor, yoksa FETÖ’yle mücadelenin uluslararası ayağına zarar mı veriyor? Kanter artık öyle kolay görmezden gelinecek bir oyuncu değil. Pek varlık gösteremediği New York Knicks’ten gönderildiğinde bittiğini düşünenler vardı, ama Portland ona iyi geldi. Dahası, FETÖ’ye olan bağlılığını hem kendisini parlatmak hem de örgütü aklamak adına çok iyi kullanıyor. Ya da, daha doğrusu, örgüt onu çok iyi kullanıyor.

        Bir süre önce ortaya attığı “Öldürülmekten korktuğum için Londra’ya gitmiyorum” yalanının epey alıcısı olmuştu. Son günlerde Ramazan’ın başlamasıyla birlikte Enes Kanter’in oruçlu maça çıkmasına dair sempatik haberler çıkıyor, hatta Washington Post’un görüş sayfalarına bizzat kendi imzasıyla yazı bile yazdı bu konuda.

        “YUMUŞAK GÜÇ” TAKTİĞİNİN YÜZÜ

        Yakın zamana kadar uluslararası ilişkilerde “soft power” kavramı çok popülerdi, Türk dışişleri de devletin etkisini diplomasi dışı faktörlerle göstermeye çalışıyordu. Türk Hava Yolları’nın yayılması, İstanbul’un dünyayı birleştiren bir ‘hub’ olması, İngilizce yayın yapan TRT, Kültür Bakanlığı’nın sinema filmlerine verdiği destek, yurtdışında düzenlenen film festivalleri hep “yumuşak güç” politikasının ürünleriydi.

        Dahası, iklim de uygundu. Orhan Pamuk’un Nobel’i, Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye’si istikrarlı bir hükümetin sağladığı yatırım olanaklarıyla birleştiğinde Türkiye’yi çekici kılıyordu. Diziler dünyaya yayılmıştı. Daha 10 sene önce Türkiye seyahat dergilerinden siyaset sayfalarına yükselen yıldızdı. Neredeyse her hafta New York Times’da İstanbul’dan bir cafe’nin, bir butik otelin tanıtımı yer alıyordu.

        Örgüt bu propaganda üstünlüğünü adeta devletin elinden aldı. Yapılan hatalar, adaletsizlikler, FETÖ’yle mücadelenin sulandırılması da örgütün işine geliyor. Türkiye’nin kullanması gereken gereken “soft power” taktiklerini uluslararası alanda örgüt kullanıyor.

        İşte Enes Kanter bu stratejinin en önemli yüzü: Sporcu, genç, ünlü, başarılı ve önemlisi örgütün pazarladığı gibi “baskıcı bir rejimin mağdur ettiği” bir figür.

        Kırık Hoca’ya sporcusu arasındaki ne aşkmış, gerçekten anlamadım ama kimse ayıramıyor ikisini. Bir ara soyadını Gülen yapacaktı. Güya ailesi de reddetmişti; FETÖ’nün her şeyi gibi bu da yalan, kurmaca tabii. Daha geçen gün anneler gününü kutluyordu sosyal medyada.

        Ancak Kanter bu terör örgütünün organik bir elemanı da değil. Biat etmiş ve sonradan devşirilmiş, belli. Örgütün kuvvetli olduğu Utah’ta bir yerlere yerleştirilmiş, oradan da alıp başını yürümüş. Belli geçmişten bir vefa borcu var; Türkiye onunla uğraştıkça da bu bağ kopması gerekirken daha da güçleniyor. Devlet uğraştıkça o daha da radikalleşiyor.

        Halbuki çok daha basit bir çözüm vardı.

        YOK YERE KAHRAMAN OLDULAR

        REKLAM

        Türkiye devleti Kanter’i kendi yanına çekemez miydi? İstihbarat elemanları, gerekirse parasını da bastırarak bu basketbolcuyu “FETÖ’den ağzı yananlar” kulübüne katabilir, o da bütün dünyaya örgütü karalıyor oluyordu. İdeolojik bağı yıkmaları zor mu dediniz? Güldürmeyin ne olur, satılık olmayan FETÖ’cü var sanki. Devletlerin örgütlerin içine sızıp propaganda elemanı transfer etmesi de yeni bir taktik değil.

        Bulduğu her platformda Türkiye’yi karalayan Enes Kanter mi ülkemizin işine gelir, örgütün karanlık yüzünü dünyaya anlatması mı?

        Aynı durum FETÖ’cü olmayan ama zamanında yolu FETÖ’den geçen, örgütle işbirliği yapan, kendilerini kullandıranlar için de geçerli. Mesela Ahmet Altan. The Guardian gazetesi sadece hapiste olduğu için onun kitabına övgüler düzüyor şimdi. Halbuki gazeteye “FETÖ beni de kandırdı” diyemez miydi, bu ona söyletilemez miydi? Sonuçta bu isimlerin de örgütle ideolojik bir bağı yok, çıkarları zamanında denk düştü. Hapisten çıksa, yine gazetelerde yazı yazdırılsa yine en büyük Erdoğan’cı olur.

        Devlet kolaylıkla kullanabileceği tiplerden yok yere kahraman yaratıyor. Kişisel hesaplaşmaları bırakıp en azından FETÖ’yle mücadele söz konusu olduğunda ne zaman kurrnaz ve uyanık olmaya başlayacak?

        ***

        Yeni bir mutfak tartışmalı açalım:

        Zeytinyağlılarda şeker olur mu

        Şöhreti Kadıköy’deki Çiya’yı aşıp Netflix belgeseline kadar uzanan Musa Dağdeviren’in dünyanın prestijli yayınevlerinden Phaidon tarafından yayımlanan “The Turkish Cookbook” kitabını aldım dün. Tam bir mutfak ansiklopedisi. Bildiğimiz, aşina olduğumuz yemeklerin İngilizce tariflerinden adlarını ilk kez duyduğum birçok yemeğin reçetesi var.

        Kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa bugüne gelen Türk mutfağı böylece kesin reçetelere kavuşmuş olacak mı? Sanmıyorum. Çünkü Dağdeviren birçok Türk annesinde, komşusunda ve aşçısında olan bir gizleme alışkanlığını burada da sürdürmüş. Türk mutfağının nüansları hakkında yeteri kadar açıklama yok, bazı kilit malzemeler veya seçeneklerden ise hiç bahsedilmemiş. Hani adeta başkası öğrenmesin diye.

        Hadi bir mutfak tartışması daha açalım…

        Dağdeviren’in tarifini verdiği zeytinyağlılarda şeker kullanmaması dikkatimi çekti. Yöresine göre değişiyor, ama birçok evde zeytinyağlılara bir parça şeker konuyor. Şefler ise şeker yerine soğanla o tatlı tadı yakalamaya çalışıyor. Ama kuru soğan da tek çeşit değil; Dağdeviren’in Batı için yazılan bir kitapta marketteki birçok farklı soğan çeşidinden en uygununu belirtmesini beklerdim. Peki şeker konmalı mı konmamalı mı? En azından kitapta böyle bir seçenekten bahsedilmesi gerekirdi.

        Mesela zeytinyağlılar soğumadan başka bir kaba alınmaz; hayati bir detay Türk mutfağı için. Dağdeviren bu gibi bilgileri de esirgemiş. Koca kitap bu yüzden hayal kırıklığı yarattı bende. Üstünkörü yazılmış, nüanslarla ilgilenilmemiş.

        Ne zaman aklım Türk mutfağından bir tarife takılsa ilk başvurduğum kaynak “Almost Turkish” isimli amatör bir aşçının blog’u. Amerika’da yaşayan yazar hem hangi malzemenin kullanılacağını biliyor, hem de en ince ayrıntısına, değişik yöntemlere kadar tarifleri veriyor. Ve reçeteleri hiç şaşmıyor, sonuç hep çok iyi oluyor. Bugüne kadar ona bir kitap teklifi gitmemesine şaşırdım.

        Diğer Yazılar