Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dünyanın yürümeye el elverişsiz şehrini geçtiğimiz aylarda ziyaret ettiğimde kendi kendime günde en az 12 bin adım hedefi koydum, bunun ne kadar zor olacağını bile bile yola çıktım. Mevsim normallerinin üzerindeki hava sıcaklığı lehime, spor salonundaki tırmanma blokları yüksekliğindeki kaldırımlar ise aleyhime işledi. Yürürken kaldırımlardan o kadar çok inip çıkmışım ki günün sonunda verileri döken telefonum koca bir binaya tırmandığımı zannetmiş. Ama öyle ya da böyle kaldığım süre boyunca 12 bin adımı haydi haydi geçtim; metro kullandığımda bile tünellerin uzunluğundan adım sayıldı.

        Bu 12 bin adım işi hemen her şeyin rekabete dönüştüğü günümüz dünyasında tıpkı puan kazanmak, mil toplamak gibi bir yarış. Epey bir zamandır günde en az 10 bin adım atmanın faydaları konuşuluyor. Yakın zamanda 12, hatta 15 bin adım atılması gerektiğini söyleyenler bile çıktı. Papa bile kolundaki akıllı saatin uyarısıyla oturdukça dürtülüyor ve ayağa kalkıyor—en azından “The Two Popes” filminden böyle anlıyoruz.

        SARI TAKSİYE BİNECEĞİME YÜRÜRÜM

        Benim temel ulaşım aracı olarak yürüyüşü seçmemse adım toplamaktan ziyade zorunluluktandı. Cehennemde kendilerine ayrı bir kat ayrıldığına inandığım taksi şoförleriyle ve onların “araç değişim saati” bahaneleriyle muhatap olmaktansa kendi bacaklarıma güvenmeyi seçtim.

        Evet, yürümeye en elverişsiz bu şehrin İstanbul olduğunu anlamışsınızdır herhalde.

        Über’in faaliyetlerine son vermesiyle zafer kazandığını düşünen taksi şoförleri iyice çirkinleşti, geçmişte haklarında şikayet ettiğimiz huyları katlandıkça çoğaldı. Pis ve dökülen arabalar, terbiyesiz şoförler ve müşteri seçmeler, rota beğenmemeler, kazıklamalar yine çoğaldı. Daha da küstahlaştılar şimdi.

        Ancak işin seyri de tam Türkiye’ye uygun bir ironiyle ilerliyor. Korsan taksiler artıyor, Über XL olarak kullanılan geniş araçlar daha yüksek ücretle otellerden müşteri topluyor, sözde Über’e alternatif olarak piyasaya sürülen turkuaz taksi saçmalığı can çekişiyor, bir de WhatsApp üzerinden ucuz araç bulunmaya başlandı.

        Bildiğimiz anlamda taksicilik işi öyle ya da böyle bitecek, bitmesi de gerekiyor. Aksi dünyanın dönüşüne karşı durmaya çalışmak gibi beyhude. Bugün tutuculuk Über’i kovmuş olabilir, ama yarın öbür gün bir başka canavarın gelip mevcut sistemi yıkmayacağı anlamına gelmez.

        Keşke yıksa, çünkü bugüne kadar taksicilerden memnun tek bir kişi tanımadım. Ama bu birkaç bin taksi şoförünün siyaset üzerinde kurduğu baskıyla milyonlarca insanın rızasına karşı faaliyet gösteriyor.

        Bense kendi kendime bir isyan ve pratik çözüm olarak yürümeyi tercih ediyorum.

        İstanbul’un epey iyi işleyen bir toplu taşıma ağı var. Hatta Batı’daki birçok şehre göre haddinden fazla iyi ve kentin nasıl bu konuda bu kadar bonkör olabildiğini düşünüyorum. Londra, New York, Paris gibi İstanbul’dan çok daha zengin şehirlerde mahalleleri bazen kasten birbirine bağlanmıyor. Ama ben hiç zorlanmadan Florya’dan ta Beykoz’a toplu taşımayla gidebildim İstanbul’da. Sadece birkaç kişinin kullandığı kimi Boğaz hatları, olmadı dolmuş veya belediye otobüsü derken birçok alternatif mümkün.

        Bu geniş toplu taşıma ağı da şehirlerin geleceği için sürdürülebilir bir çözüm değil ama. Post-Greta dünyasında elbette uçmaktan ya da bireysel araba kullanmaktan daha iyi toplu taşıma, ama İstanbul’un hızla yürümeyi teşvik etmesi gerekiyor.

        TÜRKLER YÜRÜMEYİ SEVMİYOR

        İstanbul’da yürüme gündeme ancak havalimanında yürüyüş mesafelerinin uzunluğuyla, bir şikayet unsuru olarak geliyor.

        Türkler yürümeyi sevmiyor. En kısa mesafelerde bile araç tercih etme şımarıklığına öyle kötü alışmışız ki her mesafe çok uzun geliyor.

        Tabii İstanbul’un yürümeye hiç elverişli olmaması da engel. Kaldırımların yüksekliği, yaya yoluna park eden otomobiller, oto galericilerin işgali, yolların bozukluğu, kötü planlamanın yarattığı ve kimsenin planlarken akıl etmediği sorunlar insanı yürümekten vazgeçiriyor. Gümüşsuyu’nda oturan biri hemen dibindeki Küçükçiftlik Parkı’na nasıl yürüyerek varabilir? Levent’ten Etiler’e bile yürümek neredeyse mümkün değil.

        Bütün bunlar bir yana, İstanbul çirkin bir şehir ve insanı yürürken oyalayacak estetik unsurlardan yoksun. Paris’te, Londra’da, New York’ta insanlar yürüyor çünkü rotaları üzerinde gerek parklar, mağazalar, tarihi binalar, lokantalar olsun göz zevkine hitap ediyor. Şehirler baştan öncelikli sahipleri yayalara göre düzenlenmiş.

        Bizde çamur, egzoz ve otomobillerin arasından, kaldırımda bile yürürken otomobil çarpma tehlikesi yaşayarak yürüyoruz. Böyle bir şehide 10-12 bin adım da epey zor, o yüzden bu iş başarmış gibi hissediyorum. Yine geldiğimde yine yürürüm, çünkü birbirinden çarpık sokaklarımız bile sarı taksilerle muhatap olmaktan iyidir.

        *

        Netflix’in sonunu Kanal D olmak getirir

        Gözümden yaşlar gelerek, yüksek sesle kahkahalar atarak okudum Yiğit Karaahmet’in Ekranella’daki “Atiye” yazısını. Sonunda isyan etmiş:

        “Netflix dünyasında sadece üçüncü dünya ülkelerine bile harika fırsatlar düşerken bizim bahtımıza da düşe düşe dünyanın prodüksiyon çöplüğü olmak kalmış.”

        Nedenini de sormak gerekmiyor mu?

        Netflix yaratıcı havuz olarak mevcut televizyon dizilerinden çöplük dizi yaratan, çıtayı düşüren, yaratıcılığa düşman isimleri kullanıyor. Yerli prodüksiyonunda çığır açacak fikirleri olan, denenmiş yaratıcı gençleri değil zaten sektörde köhneleşmiş, onay verdikleri dizilerle zeka seviyemizle alay eden isimleri kullanıyor.

        Netflix yeni bir platform ama yerli içeriği yaratanlar eski. Kanal D’nin dramalar müdürü ne yaratıcılık göstermiş ki bugüne kadar Netflix’e transfer olup şapkadan tavşan çıkarak? Bugüne kadar hangi yaratıcılığı göstermiş de bundan sonra Netflix’te belli bir standardın üzerinde işler yaratacak bu insanlar?

        Bu insan malzemesinden de ancak “Atiye” gibi zavallılıklar çıkar. Başkalarında “Elite” ve “Shtisel” bize de bu. Bir önerim var: Kelebek’ten Ahmet Hakan’ı transfer edip “The Circle” yarışmasını sundursunlar. İyice dibi görelim.

        Netflix bir ikilemde: Türk televizyonlardan kaçanlar Netflix’te nefes alıyordu, şimdi Netflix de Türk televizyoncularına emanet edilip Türk televizyonlarına benzerse ne olacak?

        *

        Birkaç duyuru

        BAĞIMSIZ MEDYA: Tuğrul Eryılmaz’ın da ucundan köşesinden bulaştığı İstanbul Telgraf gazetesi hala yatırımcı kaynak arıyor. Madem mevcut medya düzeninden şikayetçisiniz, neden elinizi cebinize atıp bağımsız bir gazetecilik girişimini desteklemiyorsunuz? İlla Osman Kavala’nın hapisten çıkmasını mı beklemek gerekiyor? İyi bir medya sitemi güçlü okur desteğiyle kurulur.

        İSTANBUL HAVALİMANI: Cüneyt Özdemir’in YouTube kanalında İGA CEO’su Kadri Samsunlu’yla yaptığı söyleşiyi izleyin. İstanbul Havalimanı’yla ilgili birçok tartışma dönüyor, benim de beğendiğim ve beğenmedim kısımları var (başta birçok uçağın hala körüğe yanaşamaması). Ama sosyal medyadaki yalanlara kıyasla veriyle, bilgiyle yanıt veriyor Samsunlu. Eleştirirken ve tartışırken bilgi sahibi olmanın bir zararı olmasa gerek. Tek zararı tabii veriler kendi kafamızdaki şablonla çelişince boşa isyan potansiyelimiz azalıyor. Ama Samsunlu bütün eleştirileri yanıtlıyor ve açıklıyor.

        KEYİFLE OKUYORUM: Ben ve Ömer Karacan gibi bozuk Türkçeyle konuştuğu için hep sempati duyduğum Murat Murathanoğlu hakkında hiçbir şey bilmiyorum, hakkında hemen hiçbir şeyi de merak etmiyorum. Ama kitapçıda “Salondaki En Kötü Koltuk” (adı fena halde dublaj) kitabını görünce nedense aldım ve büyük bir keyifle okumaya başladım. İçinde “Eskimolara buz satmak” gibi birçok dublaj tabirden geçilmiyor, ama baştan sona güzel bir hayat hikayesi. Türkiye’de basketbolu geniş kitlelere sevdiren, bana bile zamanında Petar Naumoski adını ezberleten Murathanoğlu’nun anlattıkları da, hayatı da epey ilgi çekici. “İkiyle ikiyi yan yana koyup” o “koca siyah popomu” kaldırınca ve “yaralarımı yalayınca” kendisiyle bu kitap hakkında konuşmak da istiyorum. Oh, kahretsin!

        YAPIMCI ARIYORUM: Golden Globes’da onur ödülü alan Tom Hanks’i izlerken aklımdan geçen… Ne zaman Ömer Karacan’ın hayatını canlandıracak? Onun yaşamının belgelenilesi bir hayat olması önemli değil, böyle bir filmi kimin izleyeceği de. Ama hakikaten benzemiyor mu? Hem Tom Hanks bu filmi Türkçe oynasa Karacan’ın ses tonunu ve aksanını da aynen tutturur. Alisdair Dundas rolünde Tilda Swinton, Mehmet Ali Birand rolünde John Malkovich, Stanley Tucci, Ben Kingsley ya da F. Murray Abraham, Naomi Campbell’dan da konuk oyunculuk. Vallahi “Laz Kit”ten daha çok izlenir.

        Diğer Yazılar