Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Toplam sadece 27 kişinin izlediği “Laz Kit” kadar merak ettiğim bir başka film daha yok vizyonda. Filmde oynayan kişi sayısı bile daha fazla. Belli ki ekip bile bilet alıp izlememiş filmi. İstanbul’da olsam seyirci sayısını artırmak için bizzat uğraşırdım, ama şimdilik ben de o 27 kişi arasında yokum.

        Öte yandan yaklaşık 500 bin kişi de YouTube’dan filmin fragmanını izlemiş. Ben o 500 bin işi arasında varım ve “Laz Kit”i yapanları, o kafayı hakikaten merak ediyorum. Bu kadar yeteneksiz ve zekadan yoksun olamazlar bana kalırsa, kasten bu kadar kötü ve aptal bir “şey” yapmış olmalılar.

        Fragmandan bile “Laz Kit”in ne anlatmak istediği, derdinin ne olduğu belli değil. Öğrenci filmi bile bundan daha profesyoneldir. Konusu, akışı yok da rastgele eski tip bir telefonla -iPhone bile değil- çekilmişe benziyor. Ama ya çok kötü olduğu için güzel kategorisindeyse?

        Türkiye henüz kötüyle eğlenmeyi öğrenemedi, halbuki bu neşesiz hayatımızda ne büyük bir fırsat olabilirdi “Laz Kit.”

        EN ÇOK İZLENEN KÖTÜ FİLM

        2000’lerin başında Los Angeles’ta Highland ve Fountain caddelerinin kesiştiği köşenin hemen kuzeyinde uzun süre bir billboard asılı kaldı. Üzerinde “LCV” anlamına gelen “RSVP” ifadesi ve bir telefon numarası bulunan afişte yüzü çok yakından çekişmiş siyah-beyaz bir adamın portresi insanlara tepeden bakıyordu. Bir film afişiydi, ne olduğu tam anlaşılmıyordu ama tasarımından bir korku filmini andırıyordu. Ne olduğunu bilen yoktu çünkü hiçbir stüdyo filmi dağıtmaya yanaşmamış, vizyona bile girmemişti. Numarayı arayanları bizzat filmin yaratıcısının kaydettiği bir mesaj karşılıyor, filmi izlemeye davet ediyordu.

        Filmin yapımcısı, yönetmeni ve başrol oyuncusu aynı kişiydi; bütün masrafları cebinden karşılamış, hatta teknik ekipmanları bile alışılmadık biçimde satın almıştı, kiralamak yerine. Filmin promosyonu da bu billboard, birkaç televizyon reklamı ve Los Angeles’ta elden ele dağıtılan basılı reklamlarla sınırlıydı.

        Değirmenin suyunun nereden aktığı belli değildi ama. Oyuncular da izleyenler gibi hayatlarında bu kadar korkunç bir projeye tanık olmamışlardı. Hiçbir açıdan film denemeyecek bir ucube, bir aptallık şaheseriydi. Konunun nereye gittiği belli olmadığı gibi hayatında hiç film çekmemiş değil film izlememiş gibi gözüken biri tarafından çekilmişti.

        İşin fenası kendisini fena halde ciddiye alıyordu film. Komik olmak gibi bir derdi yoktu, bilakis bir romantik gerilim filmi ortaya çıkardığını düşünüyordu yaratıcısı. Gösterildiğinde ise şaşkınlık kısa sürede kendisini kahkahalara bıraktı. Öyle böyle bir kahkaha değil, insanın gözünden yaşlar gelircesine attığı kahkahalar.

        O kadar kötüydü ki, sadece bu yüzden çok güzeldi.

        “The Room” filmi ve yaratıcısı Tommy Wiseau artık epey ünlü, film de global bir fenomen. Amerika’nın birçok şehrinde hafta sonları gece yarısı gösterimlerine insanlar filmdeki karakterler gibi giyinerek, replikleri ezberleyip perdede belirdiği anda tekrarlayarak gidiyor. Bir zamanlar dalga geçilen ve geçmiş hikayesi, gerçek adı hala bir sır olan Wiseau yatırdığı parayı yıllar içinde haydi haydi kazandı. Hasılatın milyar doları geçtiği bile söyleniyor. “The Room” lisanslı ürünlerle ek gelir bile elde etti.

        Dahası, James Franco filmin hikayesinden o kadar etkilendi ki “The Disaster Artist” adıyla hem Wiseau’yu canlandırdı, hem de filmin kült’leşen sahnelerini yeniden yarattı. Franco’nun sanat kariyerinde verdiği en iyi üründü belki de bu.

        AJDA’NIN KAYIP FİLMİ GÖSTERİLSE KEŞKE

        Bu kötü film ekonomisinin iki ana dinamosu var: “Stoner” yani kafayı bulup sinemadaki bu saçmalıklara defalarca gülenler ve kuvvetli bir gay kitlesi.

        San Francisco’da Castro Theatre her hafta sonu kült filmler gösteriyor ve perdedeki eserler eski olmasına rağmen biletler önceden tükeniyor. “The Sound of Music” filminin şarkılarına eşlik edenler mi istersiniz, ellerindeki tel askıları salonda sallayıp “Mommie Dearest” izlemeye gelen gayler mi…

        Aslında Türkiye’de de popüler kültür üzerinde etkili böyle bir kitlevar. Bu kuvvetli gay ekonomisi olmasa Nükhet Duru bunca sene nasıl iş yapardı sanıyorsunuz? Ajda Pekkan biraz kendisiyle dalga geçebilirse hiçbirimizin izleyemediği ve beli ki kendisinin de utandığı için unutturmaya çalıştığı o “Şöhret Sandalı” (Yönetmen Ayşe Ersayın, başrolde Ediz Hun, yıl 2001) filmini halka açar, gece yarısı gösterimleri ve streaming parasından servet yapardı. Hala da geç değil.

        Türkiye’de “stoner”lar genelde Arabesk’le anılıyorlar, ama zamanla bu kitle de değişti. “Laz Kit” aslında bu anlamda öncü olabilir, bu potansiyele sahip gibi duruyor. Ama belli ki zamanı değil.

        Diğer Yazılar