Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Donald Trump ve Joe Biden arasındaki geçen ilk ekran tartışmasından sonra aklıma ilk gelen “Bizde bile televizyon tartışmaları daha düzeyli yapılıyor,” olmuştu. Gelen tepkiler de “İyi de bizde liderler televizyonda tartışmıyor ki,” oldu haklı olarak. 15 Ekim’de yapılması beklenen ikinci tartışma önceki gün resmen iptal edildi, böylece artık ABD de bize benzemiş oldu. 22 Ekim’deki üçüncü tartışma planlandığı gibi yapılacak mı, göreceğiz.

        Yapılsa da yapılmasa da seçmen üzerinde bir etkisi olacak mı, gerçi. İlk tartışmada Trump aşırı agresif tavrıyla insanların tepkisini çekti, ama seçmenler bu programdan sonra ona oy vermekten vazgeçmedi. Araştırmalar hala Biden’ı önde gösteriyor, ama televizyon programının—onca olan bitenin yanında—seçmenin kararına pek etkisi olmuşa benzemiyor. Başkan yardımcısı adayları arasında geçen tartışmada da her taraf kendi durduğu yere göre karar verdi, kendi adayını kazanan ilan etti. Bu hafta ikinci bir tartışma yapılsa bile etkisi yine sınırlı olurdu büyük ihtimalle. Zaten 40 eyalette oy kullanma işlemi başladı.

        SÖZÜN ÖNEMİ YOK

        Liderlerin ekran tartışmaları kuşkusuz iyi televizyonculuk. Bizde en son Ekrem İmamoğlu ve Binali Yıldırım tartışmasından sonra bu gelenek yeniden başlar mı diye konuşulmuştu. Ama o programı izledikten sonra da seçmen oy vereceği adayı değiştirdi mi tartışılır.

        Belki eski dünyada liderlerin televizyonda söylediklerine odaklanmak mümkündü. O zaman söz önemliydi. Liderlerin vaatleri ve politikaya yaklaşımları arasında farklar vardı. Tartışmalarda parlayan, ilgi çekici fikirler dillendiren bir lider öne çıkabiliyordu. Estetik de kuşkusuz önemliydi; genç olmak, diri görünmek JFK’ye yaramıştı.

        Bu ezberler artık yerle bir oldu. Dünya siyasetinde de Türkiye’de kutuplaşma siyasete hakim olmaya başladıkça politikacıların ne söylediği, ne yapacakları değil sadece hangi partide oldukları önem kazanmaya başladı. Amerikan seçimlerinde şu anda tek bir belirleyici var: Trump gitsin mi kalsın mı? Sonradan partinin sol tabanının etkisiyle kimi ilerici vaatleri oluşmaya başladı Joe Biden’ın, ama onun tek varlık nedeni, bu seçimde aday olurken tek vaadi Trump’tan kurtulmaktı. Parti de bir tek onun seçilebilir olacağını, sadece onun Trump’ı yenme potansiyeli olduğunu düşünerek aday yaptı. ABD’deki genel eğilim seçmene Joe Biden’a bayılmasalar bile Trump’a karşı istemeden ona vermenin dayatıldığı.

        Bizde de Kemal Kılıçdaroğlu aday yaptığı sağcı Cumhurbaşkanı adayı için “Tıpış tıpış oy vereceksiniz,” demişti. Çünkü epey bir zamandır Türkiye siyasetinde de amaç farklı bir politika sunmak ya da ortaya ayrı bir vizyon koymak değil, sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yenmek. Seçmen de adayın niteliklerine bakmıyor. Hatta Muharrem İnce’nin aday yapıldığı seçimde olduğu gibi adayın niteliği sorgulanınca çok büyük tepki bile gelebilir; seçmen de karşısındakinin yetersiz olduğunu biliyor aslında ama asıl amaç Erdoğan’ı yenmek olduğundan eksiklikler ve zaafları görmezden gelebiliyor. Yenemeyince de bir köşeye atılıyor tabii, kimse yüzüne bile bakmıyor.

        İstanbul seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun seçilmesi tek boyutlu bir seçim stratejisinin bazen başarıya ulaşabileceğini göstermesi açısından önemli bir eşikti. İmamoğlu, tıpkı Erdoğan gibi, kendine özgü hasletleri olan, seçmenle temas kurmasını iyi bilen bir siyasetçi. Ama yükselişindeki en önemli etken Erdoğan’ın en azından bir kere bile kaybetmesinin seçmenin çoğunluğunda takıntı haline gelmesiydi. Böyle bir ortamda İmamoğlu’nun kim olduğunun veya ne yaptığı da ikinci plandaydı. Bir taraf her koşulda nefret ediyor, karşı taraf her koşulda sahiplenip bağrına basıyor.

        FUTBOL TARAFTARLIĞI GİBİ

        Bu ruh hali siyasette değil, daha çok spor taraftarlığında görülen bir körlük. Daha iyi oynadığı için bir sezondan diğerine takım değiştiren bir futbol taraftarına rastlamak öyle kolay değildir. Taraftar kızsa da, nefret etse de, küfretse de takımından vazgeçmez ve bir gün kazanacağının umuduyla desteğini sürdürür. Bir anlamda ilkellik de denebilir böylesi kör bir taraftarlığa, zira taraf tutmadan sadece daha iyi oynayan takımı desteklemek ya da sadece oyundan zevk alabilmeyi öğrenmek de mümkün aslında. Mümkün ama ne çok kolay ne de yaygın.

        Futbolda bile körü körüne taraftarlığın zararları tartışılabilir, ama genel anlamda çocuksu bir aidiyet duygusu takım tutmak. Siyasete aynı taraftarlık hissiyle yaklaşmaksa hastalıklı bir durum, çünkü seçmen taraftarı olduğu siyasetçinin önünde objektif değerlendirme yeteneğini kaybediyor. Bu körlük kuşaklara, ülkelerin geleceğine mal oluyor.

        Kim ne derse desin kararını değiştirmeyecek kadar körleşmiş—ve ne yazık ki çoğunluk olmuş—seçmen televizyon tartışmasını ne yapsın? “Bizde de olsa,” diye izledik ya Trump ve Biden arasındaki tartışmayı, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu ekrana çıksa ne değişecek? Epeydir kimse ikna olmak ya da dinlemek için istemiyor bu tartışmaları; kim kime laf sokacak, ya da futbolda olduğu gibi kim gol atacak diye bekliyor. “Maç” sonunda kimse parti değiştirmeyecek zaten…

        Bu durumda seçmeni, özellikle de kararsız seçmeni ikna etmek için daha yaratıcı kanallar bulmak gerekiyor. Türkiye’de de ABD’de de deneniyor bazı yöntemler, bazıları tutuyor veya tutmuyor. Ama kesin olan şu, seçmenin kendi kendine bir takvimi var ve öyle kolay kolay kimse buna müdahale edemiyor. Zamanı gelince o takvim siyasette kelle alıyor.

        Diğer Yazılar