Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Katıldığım son ‘pride’ etkinliği iki sene önce New York’ta Out dergisinin Standard otelinin tepesinde düzenlediği partiydi. Katıldığım ilk ‘pride’ etkinliği de diyebilirim buna, çünkü uzun zamandır New York’ta yaşıyor olmama ve bu şehirdeki onur günü yürüyüşü dünyaca meşhur olmasına – sonuçta LGBT+ hareketi bu şehirdeki bir bardan başladı – rağmen ‘pride’ ayı, haftası ve beraberindeki etkinlikler bana bir başka kuşağın alışkanlıkları gibi gelirdi. Özellikle ABD’de LGBT+ konusunda atılan adımlar birçok başka toplumsal ilerlemeden çok daha kısa sürede oldu.

        Eşcinsel başkan adayı, trans bakan yardımcısı, LGBT+ haklarının sözcüsü bir Amerikan Başkanı’nın olduğu bu iklime kimileri “post-gay” diyor. Ancak iki sene önce, Standard’ın en üst katında ‘post-gay’ yeniden ‘pre-gay’ olmak üzereydi. Bu parti – bedava içki sunulması dışında – biraz da bu yüzden şehrin kapısında en uzun kuyruk beklenen etkinliğine dönmüştü. İnanması güç geliyor ama iki sene önce LGBT+ hareketi ABD’deki kazanımlarının her an gidebileceği endişesini yaşıyordu. Trump yönetimi trans bireyleri dışlayıcı kısıtlamalar başlatmıştı. Zar zor geçen evlilik hakkı geri alınabilir miydi mesela? ABD’nin hala kürtajı tartıştığı düşünülürse LGBT+ kazanımları için de geri adım atılması şimdi bile çok uzak bir ihtimal değil.

        PEKİ YA KADIN HAKLARI

        Trump yılları dünyanın en ilerici ülkelerinde bile LGBT+ dahil azınlık haklarının ne kadar kırılgan olabildiğini, zaman zaman tek bir iktidarın tehdidi altında olduğunu gösterdi. Tam da bu yüzden ‘post-gay’ dönemine kıyasla onur haftası bir kutlama, parti, eğlencedense bilinçlenme misyonu taşıyor.

        ABD’den çok daha önce LGBT+ hakları meselesinde adımlar atmış Avrupa’da bile son yıllarda yükselen aşırı sağ siyasi hareketler yüzünden kazanımların geri alınabilme endişesi var. Almanya gibi bu tartışmaları çoktan geride bıraktığı düşünülen kıtanın öncülerinde dahi sanatçılar kendi cinsel kimliklerini toplu halde kamuoyuna açıklamaya başladılar. 80’li, 90’lı yıllarda şok etkisi yaratırdı böyle açıklamalar; şimdi birinin cinsel kimliğini öğrenmek hiç şaşırtıcı değil. Buna rağmen böyle çıkışlar yapılarak aslında mücadelenin bitmediğine dikkat çekiliyor.

        Aşırı sağ siyasetin LGBT+ düşmanlığının nedeni ideolojik değil, son derece basit aslında. Bu tarz siyasetin doğasında kendisini seçilmiş bir düşmana karşı pozisyon almak yatıyor. Gerektiğinde yoktan düşman bile yaratılıyor. Aşırı sağ LGBT+ hareketinin kolay bir hedef olduğunu, dini de kullanarak kitleleri kendi çatısı altında bu ortak düşmana karşı kolay kenetleyebileceğini düşünüyor. Oysa bu klişe formüle karşı hareket daha da sıkı kenetleniyor.

        Ama kültür savaşlarının ve düşman yaratma merakının zincirleme etkileri de var. Aşırı sağ sadece LGBT+ düşmanlığından oy hesabı yaparken, başka alanlarda da gerileme oluyor. Türkiye bu duruma iyi bir örnek: Bir zamanlar hiç sorunsuz yaşanan İstanbul’daki onur yürüyüşünün zaman içinde yasaklanması sadece LGBT+ haklarına indirilen bir darbe olmadı; baskı iklimi giderek etkisini başka ezilmiş gruplar üzerinde de hissettirdi, iş İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya ve kadın haklarının dahi tehlikeye girmesine neden oldu. Bugün hala kahvehanelerin açılıp okulların açılmamasının altında bile karar verici erkeklerin kafasındaki kadın algısının olduğu ortada. “Çalışan kadın” kavramını bir türlü kabul etmek istemiyorlar; en fazla 80’lerde bir Zuhal Olcay karakteri olarak bırakmak istiyorlar. Bu ezbere göre kadının yeri evi, görevi de kendisini ailesine adamak olduğu için okula gidemeyen çocuklarına bakmakla yükümlü. Çocuğun okula gidememesinin kadının hayatını olumsuz etkileyebilme ihtimali bile düşünülmüyor, çünkü kadının yeri zaten ev.

        Yıllar önce “Yol” filminde atı öldüren Şerif Gören’e nasıl bunun tepki çekmediğini sormuş, “O zamanlar insan hakları diye bir kavram bile yoktu, bırak hayvan haklarını,” demişti. O misal, bugün kadın hakları bile tehlikedeyken LGBT+’den bahsetmek bile anlamsız geliyor açıkçası.

        BASİT BİR TEBRİK

        Standard’daki partiden önce Los Angeles’ta yaşayan ve uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla bir barda buluştuk. Tam o günlerde Alexander Chee’nin “How to Write an Autobiographical Novel” adlı deneme kitabını bitirmiştim. Adını ilk kez duyduğum bu kitabı da Amazon algoritmasının önersine güvenerek almıştım. Kitabı o günlerde elimden bırakamadım; Chee’nin bazı cümleleri hala kendi kendime tekrarlıyorum. Buluştuğum arkadaşım da daha ben bahsetmeden “Bugünlerde Alexander Chee okuyorum,” dedi. Birbirimizden habersiz aynı anda aynı yazarı okuyor olmamız kaderin tuhaf bir cilvesi, güzel bir tesadüftü. Ama o geceki tek tesadüf bu değildi.

        O gece Chee’den, kitaptaki hikayelerinden, evinde gül bahçesi yetiştirmekten, benim özellikle takıldığım “Peter’ın hayatında küçük bir karakterdim,” cümlesinden çok söz ettik. Bu cümleye takılmamın nedeni benim de hayatlarında küçük karakter olduğum insanları düşünmem, onların hayatında daha fazla rol almış olmak istememden kaynaklanıyor olmalıydı.

        Out’ın partisinde içkiler bedavaydı, demiştim. Bugün hala baktığımda sarhoşluk gibi geliyor, gerçek olamayacakmış gibi düşünüyorum. Ama oradaydım ve gerçekti. “Annie Hall” filminde Woody Allen’ın Marshall McLuhan’dan bahseden akademisyeni Marshall McLuhan ile yüzleştirmesi gibi bir film sahnesiydi. O gece Alexander Chee’den o kadar bahsettik ki partide karşımızda onu görünce ikimiz de 13 yaşındaki BTS hayranları gibi kendimizden geçtik ve onu esir aldık. Bazı yazarlar kendilerine rock yıldızı muamelesi yapılmasına alışıklar, ama Chee öyle geniş kitlelerin tanıdığı bir yazar da değil. Dalga geçtiğimizi mi düşündü, yoksa samimiyetimize mi inandı, hala düşünüyorum. Ama orada kafasını şişirdik, sabırla bizi dinledi ve sonra ilk başta bana klişe gelen bir cümleyle yanımızdan ayrıldı: “Happy pride.” Kitabında bahsettiği Peter ta San Francisco’da 80’lerde yaşarken uzaktan tanıdığı AIDS’e kaybettiği insanlardan sadece biriydi. Onun kuşağı kaç kişiyi böyle kaybetmiş, kaç sene görmezden gelinmiş, ölümlerine göz yumulmasına tanıklık etmişti. Böyle bir hayattan gelen biri için seçtiği cümlenin ağırlığı da başkaydı. Ne kadar klişe olsa da, ne olur hepimiz birbirimize “Hayırlı pride’lar,” desek.

        Diğer Yazılar