Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yaklaşık bir senedir masaüstümde bir PDF dosyası duruyor. Yiğit Karaahmet epey bir zaman önce yazdığı ama yayımlanması ancak bu seneyi bulan “Deniz Ne Kadar Güzel” adlı romanını önceden okumam için birkaç arkadaşıyla birlikte bana da yollamıştı. “Ya beğenmezsem,” korkusu bunun adı, dosyayı açamadım. Beğenmezsem yüzüne karşı söylemek zorunda hissedeceğimi, ister istemez kıracağımı biliyordum. Daha da fenası kamuoyuna karşı sırf arkadaşlık hatırına ayıp olmasın diye bir-iki satır karalayıp övmem gerekeceğini, ister istemez bu baskıyı hissedeceğimi de biliyordum. Neyse ki bu yazı o yazı değil. Meslek hayatım Türk basınında yakın arkadaşlarının birbirinden uyduruk romanlarını öven köşe yazarlarından nefret etmekle geçti; onlardan biri olmamak için de o PDF masaüstünde üzerine hiç tıklanmadan öylece bekledi. Romanı yayımlanınca okumaya karar verdim.

        Romanın yayımlanması epey zaman aldı. Türkiye’deki yayıncılığın çıtasını bir başka arkadaşımın bir başka yayınevine teslim ettiği dosyadan sonra aldığı yanıt bence çok net açıklıyor: “Ne roman ne öykü, biz bunu tam olarak anlayamadık,”demiş yayınevinin hayatı boyunca “novella” nedir duymayan editörü. Karaahmet’in romanı nihayet en yakışan yerden ama romanı bir türlü kitapevlerine dağıtmayı beceremeyen 6:45’ten çıktı. Okuduktan sonra sadece bu roman dosyasını daha önce okuyup yayımlamayan yayınevleri editörlerinin yetersizliğine acıdım. Çıta her alanda olduğu gibi edebiyatta da o kadar düştü, ama neyse ki “Deniz Ne Kadar Güzel” birtakım yetersizlerin kapıları tuttuğu yayıncılık dünyasından sıyrılmayı başarmış. Şimdi komplekssizce, tüm objektifliğimle “Bu yazın romanı,” diyebilirim.

        TÜRK MAGAZİN TARİHİNİN İZİ SİNMİŞ

        Roman aralarında “özel ilişki” bulunan Fehmi ve Şener adlı iki yaşlı erkeğin hayatlarının son demlerini geçirdiği, bir anlamda inzivaya çekildikleri Büyükada’da geçiyor. İlk 50 sayfa için mutlu bir gay masalı denebilir: Mücadelelere rağmen bir arada kalmayı başarmış, kırkıncı “evlilik” yıldönümlerini kutlamaya hazır, birbirlerini çok iyi tanıyan ve tanımlayan bir çift onlar. Büyükada’daki köşkte kutlama yemeğine arkadaşlar farklı saatlerde yanaşan vapurlardan inerek katılıyor, bu arada okur da o sofranın konuklarından birine dönüşüyor. Zaten o andan itibaren de romanın kurduğu dünyadan çıkmak mümkün değil, hepimiz bir anda Fehmi-Şener çiftinin konuklarına dönüşüyoruz. Sonrasında kalk o sofradan kalkabilirsen.

        Yazarı çok iyi tanıdığım için aralardaki küçük kelime tercihlerinden, gözlemlerden, yorumlardan nerelerden esinlendiğini çok çok iyi biliyorum. Bu yüzden benim o ilk bölümden aldığım tadı başka okurlar da benim kadar alabilir mi diye merak edip durdum başlarda. İki yakın arkadaşın kendi aralarında yıllara dayanan dostlukların doğan iç şakaların yankılandığını gördüm. Şaşalı bir hayat yaşamış, birinin gazino yıllarından çıkma piyanist-şantör olduğu çiftin Türk magazin basını diliyle “renkli” hayatlarının romana dönüştürülürken yazarın nelerden esinlendiğini çok iyi biliyorum.

        Karaahmet liseyi bitirene kadar yaşadığı Giresun’da magazin dergilerini, dedikodu sütunlarını, en lüzumsuz şöhretlere dair ayrıntılı ve lüzumsuz bilgileri sünger gibi emdiği yılların emeğini romanda yansıtmış. Tam da Hafta Sonu gazetesinden veya televizyondaki magazin programlarından, hatta evlerde ekrandan öğrendikleri üslubu kullanan kadınların kendi aralarındaki dedikodu seanslarından fırlamış şehvetli dille anlatıyor Şener ve Fehmi arasındaki ilişkiyi. Bu yanıyla bana Murathan Mungan’ın çocukluğunu geçirdiği Mardin’de Hey dergilerini okuyarak büyük şehir hayalleri kurduğu “Paranın Cinleri”ni de ton olarak andırdı.

        Romanda eşcinsellik “özel durum” gibi üstü kapalı ifadelerle, karakterlerin yaşadığı döneme uygun bir dille anlatılıyor. Arada süslü ifadeler, göndermeler tamamen magazin basından uyarlanmış, ancak James Carey’nin tabiriyle ritüele dahil olanların tam olarak anlayacağı bir iletişim şekli.

        Özellikle romanın ortasındaki cinnet anı, tam ortasında işlenen ve hikayenin seyrini değiştiren cinayeti tetikleyen sinir krizi Türk yaşlı eşcinsellerinde çok sık rastladığım eski tip hassasiyetten kaynaklanıyor: “Özel durumlarını” üçüncü kişilerin eşcinsel erkekler için argoda kullanılan en yaygın sözcükle tarif etmelerine duyulan derin öfke. Bana deseler gülüp geçerdim, bu romanda cinayet işleniyor.

        HAYALLER VE HAYATLAR

        Okur, izleyici ya da gezgin olarak gidilecek yerdense yolculuğun kendisiyle daha çok ilgilendiğim için cinayetin nasıl işlendiği, kimin işlediği, sonunda ne olacağı gibi konular bir solukta okunsa da benim için asıl mesele değil. Bu senenin en iddialı dizisi “The White Lotus” da bir tabutla açılıyordu, ama altı bölüm boyunca kimin öldüğü en az merak ettiğim kısımdı. “Deniz” de tam merkezinde bir cinayet olsa da polisiye bir roman değil; daha çok karakterlerin kendi dünyası, iç çatışmaları, arkadaşlıkları, yaşam tarzları, evdeki perdeler, çarşafların rengi, sofradaki porselenler, telefonda yapılan dedikodular ve eski tip Türk şöhretlerinin eski tip görkemli hayatını anlatan bir roman bu. Cinayet hikayeyi bir sonraki aşamaya taşıyan bir araç sadece, kitabın odak noktası değil.

        Bir başka Murathan Mungan kitabı “Kırk Oda” da içinde cinayet geçen bir öyküyle açılıyordu, ama asıl meselesi aşk ve tutkuydu. Türk queer edebiyatına dev adımlar attıran “Boyacıköy’de Kanlı bir Aşk Cinayeti” öyküsünün açtığı yolda “Deniz Ne Kadar Güzel” meşaleyi bir sonraki durağa taşıyor. Burada da kıskançlık, tutku, şehvet ve cinayet var, evet, ama bütün bunlar Büyükada’da bitmek bilmeyen o evlilik yıldönümü partisindeki ikramlar daha çok. Ben son gümüş tepsi servis edilene, son şişe açılana kadar partide kalmaya, vapuru kaçırmaya bile razı oldum.

        Eğer hayal etmek serbestse, başrolünde İsmet Ay ve Halil Ergün’ün oynadığı bir Yeşilçam filmi olarak da izlemek isterdim. Ama bunun imkansız olduğunu biliyorum; zaten İsmet Ay hayatta değil, Halil Ergün de sadece “aile babası” rolü oynuyor. Ama hayal etmeye kim engel olur, şaşarım!

        Türkiye’de “özel durumu” olan hepimizin hayatı hayallerle, Büyükada’da bir köşke yerleşmekle, “eşimizle” 40 yılı Fehmi ve Şener gibi tamamlamakla, en yakın arkadaşımızın Türkiye’nin en büyük starı olmasını istemekle, sabah-akşam Ajda veya Gönül’le telefonda dedikodu yapmakla, yan eve taşınan aileyi gizlice gözetleme fantezileriyle geçiyor. Gerçeğin yetmediği anda neyse ki romanlar var.

        Diğer Yazılar