Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bülent Eczacıbaşı’nı böyle bilmezdik. Silahlı adamlarla inşaat basacak, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye dayılanacak, polis-asker tanımaz, kanuna meydan okuyan bir görüntü çizecek, sadece servet sahibi olduğu için sıradan insanların üzerinde imtiyazlara sahip olduğunu düşünecek biri değildi o. Cumhuriyet’in ilanından sonra aristokrasi kalmadı Türkiye’de, ama aristokrasiye en yakın figürdü o. Zaten kaç tane böyle soyadı kaldı ki… Ama gelin görün ki Eczacıbaşı bir süredir halkın plajını kapatmakla, sahile mermer tuzu dökmekle, “vatandaş” rahat yüzsün diye “halkın” denize girişini engellemekle, hatta kaçak inşaat yapmakla anılıyor. Klasik müzik ve çağdaş sanata şahsen meraklı bir iş adamıyla kolay kolay yan yana gelmeyecek durumlar bunlar.

        Geçen hafta Eczacıbaşı’nın Bodrum’daki evinin yakınındaki bir arsada çekilen görüntüleri gündeme geldi. Kısa video’ları izledikten sonra aklımdan ilk geçen Türkiye’de – aristokrat da olsa – hiç kimsenin arkasında durulmayacağı, birinin bir süre sonra illaki hayal kırıklığına uğratacağı düşüncesiydi. En kibar tabirle “Yakışmıyor,” denir. Kaba, yeni sermaye sınıfının davranış biçimini andırıyor Eczacıbaşı’nın tavrı. Çıta İstanbul Modern değil, Sultanahmet’te nargileci adeta. Koskoca Eczacıbaşı adını yerle bir edecek, onu da müteahhit sınıfıyla eşitleyecek, “Sen de mi!” dedirtecek cinsten görüntüler.

        İşte ben de bu sorunun peşine düştüm: Bülent Eczacıbaşı’na ne oldu? Ne oldu da adı fugue sanatıyla değil de kaçak inşaatla anılmaya başladı. Bodrum’daki olaya hakim kişilerle, sonra Türkbükü’ndeki gelişimi ve değişimi yakından takip eden yazlıkçılarla, tapu kayıtlarına ve benim asla anlamadığım parsel planlarına hakim olanlarla konuştum. Türkiye’nin en büyük haber ajansı WhatsApp gruplarında da bu konu gündeme geliyor, ama ayrıntıya sahip olanlar “özelden” yazıyor. Oralardan da bir şeyler topladım. Ama ilk önce Bülent Eczacıbaşı’nı arayıp ne olup ne bittiğini sordum.

        REKLAM

        Bülent Eczacıbaşı en çok medyaya sitem ediyor, onun dışında bu konuda konuşmamaya kararlı.

        “Dilimi ısıracağım,” diyor ve hiçbir şey söylemiyor Bülent Eczacıbaşı. Olayın kendi açısından nasıl yaşandığını, kendi bakış açısını bile anlatmıyor. Ağzını bıçak açmıyor. Ama belli ki özenle inşa ettiği isminin böyle anılmasından son derece huzursuz. “Ben bu konularda ağzımı açmıyorum,” dedi bana. “Savcılık dosyası var, bu süreç bitene kadar da konuşmayacağım.”

        Sadece medyaya açıkça sitem ediyor: “Çarpıtılmış ve tamamen asılsız bir içerikle servis edilmiş video üzerine yayınlanan haberlere ve yapılan yorumlara hayret ediyorum, bunlardan çok büyük üzüntü duyuyorum,” diyor.

        Görüntüler yeni servis edildi, bir haftadır da Beyaz Türk sokağı bu görüntüleri konuşuyor ama öğrendiğim kadarıyla bizim yeni izlediğimiz o videolar iki-üç aylık. Yer Bodrum’un Göltürkbükü yakınlarındaki Cennet Koyu. Eczacıbaşı buraya 2000’lerin başında bir ev kondurmuş, o zamanlar bakir olan, hatta teknelerin bile gitmediği o koydaki tek yapılaşma olarak uzun süre kalmıştı. O dönemi hatırlıyorum, Türkbükü’nün hemen yakınında olmasına rağmen bu koy yeni keşfedilmiş gibiydi ve tekne sahipleri kulaktan kulağa adıyla müsemma bu koya demirlemeye başlamıştı.

        İlginç bir ayrıntı, eski futbolcu Emre Belözoğlu bana burada Atami diye bir oteli önermişti. Bütün yazlarımı Bodrum’da geçirmeme rağmen böyle bir yerin varlığını hiç duymamış olmanın şaşkınlığını yaşıyordum. O kadar bilinmiyordu Cennet Koyu. Ama ne zaman tekneler keşfetti, güverteden hepimiz “İşte Eczacıbaşı’nın yaptırdığı ev,” diye baktık.

        REKLAM

        Cennet Koyu keşfedilmemişti çünkü balık çiftlikleri doluydu. Bu yüzden denizi kullanılamazdı, gidilmezdi, girilmezdi. Zaten Atami de ben kalamadan böyle tarihe karıştı. Ancak Eczacıbaşı satılık bu araziyi üzerlerine geçirirken bir hesap yaptı: Türkiye gibi bir turizm ülkesinde bu kadar kıymetli bir arazide balık çiftliklerinin sonsuza kadar kalamayacağını, bir gün temizleneceğini düşünüp ev yapmaya karar verdi. İş adamıyla sıradan insanı ayıran bu öngörü olsa gerek, tarih onu haklı çıkardı. Bugün Bodrum’un en güzel evlerinden biri.

        Aslında evinin yapımı AK Parti iktidarının da ilk zamanlarına denk geliyor. İnşaata dayalı bir ekonominin henüz hiç kimse farkında değildi o yıllarda, ama yaklaşık 20 yıl boyunca Türkiye’yi sürükleyecek ekonomik modelin küçücük sonucuydu bu ev de. Araziler satışa çıkıyor, imara açılıyor, bakir alanlara evler ve oteller dikiliyordu. Eczacıbaşı’nın ilk aldığı arazi de kullanılamayacak, bakılamayacak, korunamayacak kadar genişti. Aileye fazla geldi, bir bölümünü etrafta dönüm dönüm arazi toplayan bir yatırımcıya sattılar. Böylece Cennet Koyu balık çiftliklerinden teknelerin demirlediği ve sadece Eczacıbaşı’nın sahibi olduğu tek bir eve sahip bakir koydan, zamanla da bugünkü adıyla Mandarin Otel’in geceliği on binlerce Euro’ya oda sattığı dev yapılaşmanın merkezine dönüştü. Yolu bile yoktu, diyeyim ama konumuz “Her Gece Bodrum” nostaljisi ve Albatros Pansiyon’da Fatma Tülin’le yapılan sol-entelektüel sohbetler değil. Mazhar’ın “Hatıralarımın üstüne oteller diktiler,” demesi özetle.

        Olaylar Eczacıbaşı çiftinin bir gün kendi zeytinliklerini gezmesiyle patlıyor.

        Konumuz Eczacıbaşı’nın arazisi. Hiç gitmediğim, sadece tekneden gördüğüm bu evin bir de zeytinliği var; kıyıda, tek bir kazma dahi vurulması mümkün olmayan bir SİT alanı bu. Zeytinliğin yanında da Çağdaş İnşaat’ın kiraladığı, denize bakarken solda kalan, Cennet Koyu’nun dibine çok yakın bir başka arazi var. Firma bu alana otel yapıyor, Eczacıbaşı’nın arsasının yanından da konuklarına denize giriş yolu açmaya çalışıyor. Ancak zamanla sahip olduğu arsayı dolduruyor, arkeolojik SİT alanına inşaat yapmaya başlıyor. Bu arada alıştığımız gibi bir şantiye de söz konusu değil; en basitinden bilgilendirici levhalar yok.

        REKLAM

        Olan biteni yakından görenlerin aktardığına göre Eczacıbaşı geçen Mayıs ayında bu inşaatı şikayet ediyor, ertesi gün de kaçak kısımlar yıkılıyor, arsanın doldurulması duruyor. Aradan geçen zamanda arsanın doldurulmuş kısımlarının da kaldırılması için ricada bulunuyor. Ortada ne bir dava var, ne bir resmi şikayet. Bu sefer sadece rica. Ancak bunun üzerinden bir süre geçtikten sonra Bülent ve Oya Eczacıbaşı çifti zeytinliklerini gezerken iş makinelerinin yeniden çalıştığını, SİT alanında dolguya devam edildiğini, ruhsatsız inşaat yapıldığını görüyorlar. İşte geçen hafta medyaya servis edilen görüntüler de o gün çekiliyor.

        Bülent Eczacıbaşı ta TÜSİAD başkanı olduğu günlerden beri yanında nereye gitse korumayla dolaşıyor, o gün de yanında koruması var. İnşaat alanına girdiklerinde Eczacıbaşı çiftinin etrafını sekiz-10 kişilik bir grup çeviriyor, arabalarının çıkışını engelleyecek şekilde arkasına bir iş makinesi çekiyorlar ve çekime başlıyorlar. Medyaya montajlanarak servis edilen görüntüler Eczacıbaşı çiftinin bir anlamda tuzağa düşürüldüğü anlar. Oya Eczacıbaşı’nın yüzünü gizlemek için elini kaldırması kameralara saldırdılar diye gösteriliyor falan…

        Buradan sonrası çok fazla ayrıntıya giriyor, zaten soruşturma devam ediyor. Eczacıbaşı da “Hukuka güvenirim ve bu tür şeyler yapanın yanına kalmaz diye düşünüyorum,” diyor.

        Bana kalırsa asıl mesele inşaat değil, sermayenin el değiştirmesi.

        Kim suçlu, kim değil…

        Sebep-sonuç ilişkisine dair en iyi sorulardan biri E. H. Carr’ın “What is History” kitabında var. “İçkiyi biraz fazla kaçırıp frenleri hasarlı aracının direksiyonuna geçen, kör noktada aracını sürerken sigara almak için karşıdan karşıya geçen adamın durumunu düşünün,” diye yazıyor. “Kim sorumlu? Biraz fazla içen adam mı? Frenleri denetlemeyen kişi mi? Tehlikeli virajı tamir etmeyen yerel yönetim mi? Kötü alışkanlığını tatmin etmek için yolun ortasına kendisini atan kişi mi?”

        Cennet Koyu’nda yaşanan da basit bir inşaat kavgası değil, aslında Türkiye’deki dönüşümün özeti. Kim sorumlu? Cennet Koyu’nu satan mı, o koyu satın alıp ev yapan mı, oraya imar izni veren mi, sonraki yıllarda imar affını çıkaran mı, inşaata dayalı ekonomi mi, denize girmek isteyen “halka” karşı kendisini korumak isteyen “vatandaş” mı, müteahhit ekonomisi, yeni zengin sınıfı mı…

        Önceki akşam bir masada Bülent Eczacıbaşı olayı gündeme geldi. Yeni paranın fırsat bu fırsat eski paraya cephe açtığını, adeta bu vesileyle öç almaya başladıklarını hissettim sohbetlerden. Kim kapı yapmış, kim çivi çakmış kavgası değil bir süredir Eczacıbaşı aleyhine yürütülen kampanya. Ben bu konuyla ilgilenmiyorum bile, çünkü “kaçak inşaat” konusunda benimki de dahil Türkiye’deki her aile sabıkalıdır: En azından balkon kapatıp salonu büyütmek için dahil etmişlerdir.

        Burada olay yeni paranın eski parayı tamamen silmesi, yerine geçmeye çalışmasının ürünü aslında. Sadece zenginlik yetmiyor, aynı zamanda o prestiji de istiyor yeni para. Sahip olamayınca da yıpratmayı seçiyor. Zaman yeterse sıra herkese teker teker geliyor. Bu öyle bir girdap ki sonunda dönüyor dolaşıyor, Bülent Eczacıbaşı gibi asaletiyle bilinen birini bile delirtiyor. Susup sineye çekebilir, yenilgiyi görkemli bir şekilde kabullenebilir. Ya da canına tak edip isyan edebilir.

        Diğer Yazılar