Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Enes Kara’nın intiharından etkilenmedim. Türk karasularında ölen Suriyeli mülteci bebek görüntüsünden de etkilenmedim. Yıllar içinde binlerce böyle benzer habere rastlayınca, böyle bir sürü trajedi karesiyle yüzleştikçe duygusal tepki verme yetimi kaybettim. Film sahneleriymiş gibi geliyor artık bana bu anlar, kapanış jeneriği geçtiğinde bitecekmiş, biz de unutacakmışız gibi. İtfaiyecilerde, doktorlarda, acil servis çalışanlarında, Birlemiş Milletler yardım gönüllülerinde ve gazetecilik gibi meslekleri seçenlerde görülen bir durum bu, “merhamet yorgunluğu” diye adı var. Bir keresinde Stockholm’e gittiğimde şehirde herkesin dilinde bir cafe’nin dış cephesine kepenk monte etmesi vardı. İki kere taşlanmış, bu yüzden işletme sahipleri istemeseler de görüntüyü bozacak kepengi koymak zorunda kalmışlar. Bir sene sonra gittiğimde hala aynı mevzu konuşuluyordu ve gündemin durağan, insanların kafalarındaki en büyük sorunun estetik bir seçim olduğu bir ülkede yaşamanın nasıl bir lüks olduğunu düşünmüştüm. O sıralar İstanbul’da hemen her akşam gittiğim cafe’ye metal detektörden geçerek giriliyordu, çünkü birkaç sene önce bomba atılmış ve insanlar orada hayatını kaybetmişti.

        1960’lı yıllarda İsveç dünyada en fazla intihar eden kişinin yaşadığı ülkeydi. İklim koşulları, kışın günün 20 saatinin karanlık geçmesi gibi faktörler depresyonu tetikliyor, bazı insanlarda da intihara yol açıyordu. Hükümetler ölümlerin önüne geçmek için birtakım refah ve ruh sağlığı dalında reformlara imza attı ve bugün İskandinav ülkeleri dünya mutluluk endeksinde en üst sıralarda yer alıyorlar. İsveç hala her sene 100 bin kişide 14.5 kişinin intihar ettiği bir ülke. Türkiye’de bu sayı 100 binde 2.4; sadece istatistiklere bakarak iyi durumda olduğumuzu düşünüp avunabiliriz belki. Ama İsveç’in yedinci sırada yer aldığı mutluluk sıralamasında Türkiye 102. sırada yer alıyor.

        REKLAM

        Belki Batılı ülkeler tıpkı Eurovision’da olduğu gibi birbirlerine puan verip bizi dışlıyorlardır. Belki de mutsuzluğun gündelik hayatta nasıl karşılık bulduğunu bilmiyoruz ve işimize gelmeyen ne varsa halının altına süpürdüğümüz gibi intihar söz konusu olduğunda da aynı yöntemi benimsiyoruz.

        *

        Enes Kara’nın intihar notunu okuduğumda aklıma John Cassavetes’in ilk okuduğum an ezberlediğim bir sözü geldi: “Bu ülkede insanlar 21 yaşında ölüyor. Duygusal olarak 21 yaşında, belki de daha gençken ölüyorlar… Benim bir sanatçı olarak sorumluluğum insanlara 21 yaşı geçirmelerini sağlamak.” Yazdıklarından anladığım kadarıyla okuduğu okulun zorluğuna, kaldığı tarikat yurdunun baskısına, yalnızlığa ve gelecek korkusuna dayanamayıp hayatına son veren Kara “19 yaşımın böyle geçeceğini düşünmezdim,” diyor. İntihar etmeseydi bile 21 yaşına gelmeden duygusal olarak çoktan ölmüş.

        Türkiye’de intihar bir tabu. Bilimsel araştırmalara hemen hemen hiç yüz verilmeyen bir ülkede intihar söz konusu olduğunda “özendirici” etkisi yüzünden herkes susmayı tercih ediyor. İntihar haberleri yapılmıyor, hatta yapılmaması canla başla savunuluyor. Belki bu yüzden gerçek intihar rakamlarını bile bilmiyoruz, istatistikler otosansürden sıyrılabilen birkaç vaka sayesinde belirleniyor. İntiharı konuşmuyoruz ama bari bu çocukların duygusal ölümünü konuşalım.

        Enes Kara’nın belli ki duygusal bir bağ kurduğu tek arkadaşı ona yazışmalarında “Tek çıkış yolu yurtdışı,” diyor ve tıp fakültesinde kalmaya ısrarcı olmasını öğütlüyor. Ama bunu bekleyecek kadar bile sabrı yok. Kendini depresif hissetmekle depresyonda olmak ayrı haller, belli ki hazine sunsalar şuradan şuraya kımıldayacak hali yok. Ailesinin onu anlamaması, düzenli görüştüğü hiç arkadaşının olmaması da onun hayata tutunmasını engelliyor. Kendisini çok net ifade ediyor üstelik, pek çok tutunamayan gibi geride bizi aydınlatacak bir yol haritası bırakıyor.

        REKLAM

        *

        Din baskısı ve tarikat yurdu bu intiharın ikinci sebebi, kendisi de bunu yazıyor zaten. Ailelerin çocuklarına dini bir yaşam sunma hakları var elbette, ama Enes Kara’nın yazdıklarından üniversiteyi bu baskıdan, dayatmadan bir kurtuluş olarak gördüğünü anlıyoruz.

        Bütün ülkelerde lise hayatı kabus olarak geçer, mezun olduğumuz gün de o kötü hatıralara, korkunç hocalara, baskıcı yönetmeliklere, lise kavgalarına ağır bir set çeker ve içimizde bastırırız. Özgür ülkelerde liseden mezun olmak kendi hayatını kurmanın ilk adımıdır. Bu yüzden üniversiteler gençlerin kendilerini bulacakları bir güvenli alan olarak imkan sunar. Kendi kampüsleri, yatakhaneleri, spor salonları, yemekhanesi, eğlence seçenekleriyle üniversite insanın kendisini bulmasının ilk adımıdır. İnsanın kendisini bulmasının yolu ailesinden kurtulmasından geçer. Bazı Amerikan üniversiteleri aynı şehirde olsalar bile ilk sene öğrencilere yurtta kalmalarını zorunlu kılar. Üniversite kampüsü bu gençlere kendilerini bulacakları bir dünyayı açmakla yükümlüdür; kampüs hayatını çıkartınca üniversiteden geriye ders kitabı kalır, onu da isteyen okula gitmeden de öğrenebilir zaten.

        Neremiz doğru ki?

        Her şehre açılan apartman üniversiteleri, üniversite okumayı mecburiyet gibi gösteren bir ezber, sonunda hiçbir ödül olmayan dört sene, gençlere genç olma fırsatı vermeyen bir sistem. Üzerine, aile, din baskısı, haftada kendine ayırabildiğin dört saat ve yaz tatillerinin bile okuma ödevleriyle senden çalınması. İslam teslimiyet demek, tarikat yurdu da tıpkı bir Budist tapınağı gibi koşulsuz teslimiyeti şart koşuyor, bunun da yolu rutinden geçiyor. 19 yaşında kimin rutini var? 19 yaş rutini bozma, dağıtma, hata yapma, hatadan dönme, aynı hatayı tekrarlama, başını belaya sokma, uykusuz kalma, kendini bulma, kaybetme ve yeniden bulma yaşı oysa. Bunu ancak 19 yaşını bilenler anlar; Enes Kara’nın ailesi hiç 19 yaşında olmamış. Kız kardeşleri de hiç 19 yaşında olmayacak. Türkiye’yi yönetenler de hiç 19 yaşında olmadı.

        REKLAM

        Walter Benjamin insanın 15 yaşında ailesinden bir gece kaçmamış olmasının telafisi olmadığını yazar. 19 yaşını yaşamamanın da telafisi yok.

        *

        Bazılarımız tutunuyoruz, bazılarımız tutunamıyoruz. Tutunamayanların nedenini kendilerinden başka hiç kimse bilemez, sadece dışarıdan kendi hayatlarımıza bakarak ahkam keser, fikir beyan edebiliriz. Tutunamayanları yargılamaya hiçbirimizin hakkı yok, çünkü dışarıdan çok gösterişli görünen ve bol yeme-içme, butik oteller ve dünya turuyla geçen bir hayat da bir gün Fransa’da bir kasaba otelinde kendini asarak son bulabilir. Birimiz Anthony Bourdain olmaya özenirken onun huzuru nerede aradığını göremeyiz.

        Önceki gün Amerikalı bir arkadaşım kendi üniversite yıllarından üç arkadaşının bir partide çekilen fotoğrafını gösterdi bana, hemen ardından da “Bu insanların hiçbiri şu anda hayatta değil,” dedi. Biri overdose’dan ölmüştü, biri intihar etmişti, biri ya öldürülmüştü ya da kendisini öldürmüştü ve o kısmı tam net değildi. Ama üçü de üniversite öğrencisiydi ve hayata tutunamamış, şimdi bir fotoğraf karesinden bize bakarken bir anekdota bile dönüşmeden, haklarından şöyle bir bahsedilip üzerlerinden geçilmişti. Bu fotoğraf karesindeki üç kişinin artık hayatta olmadığını bilmenin nasıl bir his olduğunu sorduğumda “Üniversitede hep birileri ya intihar ediyor ya da overdose’dan ölüyor,” dedi.

        *

        Ben de 21 yaşında duygusal olarak ölenlerdenim. Cassavetes filmlerin hayatta kalmak için insana duygusal bir yol haritası sunması gerektiğini ekliyor. O yıllarda ben de durmadan film izliyordum, bunu hatırlıyorum. Gidilecek film festivalleri, okunacak kitaplar, görüşülecek insanlar, sarhoş olunacak geceler, kaybolunacak yollar, yenecek yemekler, sevişilecek bedenler, sabahlanacak başka evler, dinlenip kendimi bulacağım yeni indie-rock şarkıları vardı. Ailem hemen hemen hiç karışmıyordu bana ama ben de her çocuk gibi kendi anne-babasından intikam almak, onların canını yakmak ve onlar gibi olmamak için uğraşıyordum. En büyük lüksüm ailemin bana onlara isyan edebilme özgürlüğünü tanımasıydı. Bilinçli olarak mı yaptılar yoksa farkında mı değillerdi emin değilim, ama kendimce en büyük isyanım saçımı platin rengine boyatmak ve kulaklarımı deldirmekti. 21 yaşıma gelmeden duygusal olarak ölüydüm ve durmadan Beck’ten “Başkasının değil, benim suçum,” diyen bir şarkıyı dinliyordum, başka şarkılardan “creep” miyim, “loser” mıyım, “weirdo” muyum diye kendi kendime trip’lere giriyor, anlamlarını yeni öğrendiğim hedonizm, sarkazm, nihilizm ve egzistansiyalizm kavramlarının içini doldurmaya çalışıyordum. Yeni keşfettiğim Amazon’da durmaksızın kaybetmek üzerine şarkı yapan başka bağımsız rock grup’larını keşfetmeye çalışıyor, o sıralar Belle and Sebastian’ın “yeşil” albümüyle karşılaşıyordum. Birkaç sene sonra her yere taşıdığım Discman’imde haftalarca Massive Attack’in “Mezzanine” albümünü dinleyecektim.

        REKLAM

        Woody Allen’ın tabiriyle “trajik intiharı liseli kız zihniyeti tarafından romantize edilen” Sylvia Plath ilgimi çekiyor, Oğuz Atay’ın tuğla gibi “Tutunamayanlar” romanını bitirememekle övünüyor, 27’ler kulübünün mistisizmini çözmeye çalışıyor, Kurt Cobain’in intiharıyla onu meşhur eden şarkısında “A denial, a denial, a denial…” (inkar, inkar, inkar) diye haykırması arasında bağlantılar kurmaya çalışıyordum. Gazeteci olmak istiyordum ama ilk hedefim Ataköy’deki bir sitede ayin yapıp hayatlarına son veren “Satanist” gençlerin sırrını çözmekti. Kafayı Satanist gençlerle bozmuştum.

        *

        “Tanrıyla konuşuyorum ama gökyüzü bomboş.”

        -Sylvia Plath

        *

        Tutunabildim, çünkü beni hayata tutan tek bir dayanağım vardı: yazı. Durmadan film izliyor ve durmadan yazı yazıyordum ve bugün kendimin bile şaşırdığı bir üretkenlikle aynı anda röportaj, gazete yazısı, öykü ve roman taslakları, hatta dergi tasarımları üzerine çalışıyordum. Tek bir avantajım vardı: iyi olduğumu, iyi yazabildiğimi biliyordum ve bunun bir karşılığı olacağına inanıyordum. Kendi kendime yazıyordum ama denize atsam balığın duyacağından emindim.

        21 yaşına geliyordum, duygusal olarak ölüydüm ama hayata tutunmamı sağlayacak bir başka dayanağım da vardı: Ülkeme inanıyordum. Parti bizim oralarda daha yeni başlamıştı ve daha uğranacak çok durak vardı.

        Bu yüzden hiç durmadan film izliyor ve bıkmadan sabahlara kadar bilgisayar başında kendi kendime yazı yazıyordum. Etrafımda insanlar vardı, hep birlikte duygusal ölümümüzü aşacağımızı ve bir yerlere gelip bir şeyler yapabileceğimizi biliyorduk.

        Ben de 21 yaşında kendi ülkesine dahi inanmadan yaşamanın nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Enes Kara biliyordu ve bunun nasıl bir şey olduğunu hepimize gösterdi.

        Geçen yaz bir uçak yolculuğunda okuduğum bir yazıda Diane Arbus’un bir sözüne rastladım ve defalarca okudum: “Uçurumun kenarında duruyoruz, sonra derin bir yarığın önünde, ve biz beklerken daha yükseliyor, daha genişliyor, daha derinleşiyor, ama bunları umursamayacak kadar deliyim çünkü adım attığımız anda uçmayı öğrenmiş olacağız.” O sırada bunun bir kartpostala yazılmış intihar notu olduğunu bilmiyordum ve ilk başta yanlışlıkla yeni bir hayata başlamak, yeni bir maceraya atılmak gibi bir cesaretlendirici olabileceğine yorumladım. Sonra bu cümlenin bu kadar büyüsünde kapılmış olmaktan korktum. 11 Eylül’de İkiz Kuleler yıkılırken camdan atlayanlar cesur muydu, korkak mı? Bazılarımız uçmayı öğreniveriyor, bazılarımız yerde kalıyor. Umarım tutunamayanlar bizden daha iyi bir yerdedir.

        Diğer Yazılar