Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Gazetecilik kamusal alana hizmet eden bir meslek olduğundan nasıl yapılması gerektiğine dair her kafadan ses çıkar. Gazeteciler de kendi meslektaşlarına üstünlük taslamayı ve akıl öğretmeyi çok sever, ama çoğu zaman bu mesleğin kuralları ve ilkeleri hakkında hiçbir fikre sahip olmayanlar fikirlerini daha yüksek sesle beyan eder. Sıradan insanlar bile gazetecinin işini nasıl yapması gerektiğini daha iyi bildiğini düşünür. Sıradan insanların temsilcisi politikacılarınsa en sevdiği konu gazeteciye gazetecilik öğretmek. Son olarak Fox TV ana haber sunucusu Selçuk Tepeli’nin “ana muhalefet lideri gibi konuşmaması” öğütlendi politikacılar tarafından.

        Politikacının gazeteciye çatması doğal, çünkü gazeteciliğin doğal hedefi iktidar, görevi de iktidarı sorguya tabi tutmak. Bu uğurda nasıl bir yol izleneceği, nasıl bir üslup kullanılacağı da tamamen gazeteciye kalmış bir durum. “Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir gazetecilik yok,” lafını kullanmayı çok seviyoruz. Dünyanın en bilinen ülkesi ABD’de böyle bir gazetecilik var, alası var. Üstelik böyle bir gazetecilikten dolayı ne kurumlar ceza alıyor ne de sabaha karşı baskınlarla hapse atılıyorlar. Böyle bir gazetecilik var, çünkü gazetecinin istediği gibi konuşmasını – gerektiğinde kamusal figürlere hakaret etmesini de – Amerikan anayasası garanti altına alıyor. Ama giderek basın ve ifade özgürlüğünün adeta kutsal bir hak olarak kabul edildiği ABD’de de sona doğru gidiliyor sanki.

        REKLAM

        PARTİ LİDERİ GİBİ GAZETECİLER

        Felaket senaryosundan önce dünyanın başka ülkelerinden gazetecilerin nasıl muhalefet lideri gibi konuştuğuna bir-iki basit örnek vermek istiyorum. Artık şirketini satan ve kendisini iyi uyumaya adayan Arianna Huffington’ın medyanın en önemli patronlarından biri olması W. yıllarına dayanır. Uzun yıllar televizyonda “muhafazakar yorumcu” olarak gözüken Huffington o yıllarda ülkedeki esen rüzgarı görür ve muhalif saflara geçer.

        11 Eylül sonrası, Irak Savaşı’nın altyapısının hazırlandığı, savaş da Amerika’nın özgürlüğüyle eşitlendiği için ana akım medyanın iktidara pek itiraz edemediği bir ortam vardı o yıllarda ülkede. New York Times yaptığı haberlerle Saddam’ın Kitle İmha Silahları’na sahip olduğunu yayıyor, herkes elde bayrak liderin etrafında toplanıp savaşa gidiyordu.

        Ancak kamuoyunda, özellikle marjinalize edilen sol kesimde kuşkular vardı. Bu itirazlar medyada çok az yer buluyordu. O dönem savaşa karşı çıkan isimlerden biri Barack Obama’ydı; belki siyasi bir kumar oynamıştı ama ne kadar doğru bir seçim yaptığı sonradan anlaşıldı. Arianna Huffington da kendi soyadını taşıyan Huffington Post sitesini oğul Bush yönetimine muhalefetin bir merkezi olarak konumlandırdı. Dördüncü kuvvet böylece muhalefetin yapamadığını yaptı, kamusal rüzgarı dönüştürdü ve Obama’nın seçilmesinin önünü açtı. O yıllarda muhalefetin kalbi Huffington Post’un blog sayfalarında atıyordu. Filmi Trump’lı yıllara saralım. Uzun yıllar Fox News’ün gerisinde kalan CNN izlenmeye başladı, çünkü kutuplaşan ABD’de artık ortadan habercilik yapılamayacağını fark ettiler. Her iki tarafa da mesafeli tartışma programlarındansa prime time kuşağını doğrudan kameraya konuşan anchor’ların Trump’ı birebir hedef alan programlarıyla donattı. Erin Burnett’ten başlayıp Anderson Cooper’a uzanan akşam kuşağında her ekran yüzü Trump’a ağzına geleni söyledi. Türkiye’de olsa her programdan sonra savcıya ifade verirler, büyük ihtimalle de bir hafta sonra hem CNN kapatılır hem de Anderson Cooper’lar hapse atılırdı. Ama sözleri, hakaretleri dahil ifade özgürlüğü kapsamına girdiği için hala gazetecilik yapabiliyorlar.

        REKLAM

        Siyasi yelpazenin öbür ucunda da iktidarı savunma seçeneği var tabii ki. Amerikan sağı yıllardır medya silahını böyle kullanıyor zaten. Trump yok ama hala ona inanan küçük haber kanalları var. Çocukken okula giderken maruz kaldığım TRT’nin “Gün Başlıyor” programında ilk kez ekrana çıktığı an’ı nedense dün gibi hatırladığım ve bugün iktidarı en mehteran savunan o tip gibilerden geçilmiyor Amerikan basınında da. Körü körüne Trump’ı savunan, Trump’tan doğrudan emir alan gazeteciler biliniyor. Serbest piyasada onlara da yer var, başkalarına da. Tercih de izleyicinin elinde. İsteyen mehter çaldırır, isteyen Selçuk Tepeli’yi izler. İfade özgürlüğünde ikisine de yer var. İkisinin de ne diyeceğinin karar mercii siyasiler değil, rating tablosu.

        KRİTİK DAVALAR

        Amerika’da da basının neredeyse sınırsız özgürlüğü sona erebilir. Önceki gün Politico sitesine yazan Columbia Gazetecilik Okulu’nun eski dekanı Nick Lemann’ın dikkat çektiği gibi Anayasa Mahkemesi’nin önüne iki dava gelecek yakında. Bunlardan biri 1971’de medya lehine sonuçlanan Pentagon Belgeleri davası. “The Post” filminde de görüldüğü üzere Anayasa Mahkemesi devletin belgelerinin yayımlanmasında kamu yararı olduğuna hükmetmişti. Bu karara dayanarak pek çok sızıntı sayesinde kamuoyu devletin gizli işlerinden haberdar oldu, gazeteciler de politikacıları sorumlu tuttular.

        İkinci davaysa bizi de ilgilendiriyor ve benim “Başka ülkelerde devlet başkalarına gayet güzel hakaret ediliyor,” dememi boşa çıkarabilecek bir dava. 1964 tarihli New York Times v. Sullivan davasında mahkeme kamusal figürlere hakaret edilmesini ya da iftira edilmesinin çıtasını yükseltti, belli bir şöhrete ve güce erişmiş insanların derilerinin daha kalın olması gerektiğine kanaat getirdi.

        Trump döneminde mahkemeye atanan üç yargıç bu iki davanın kararını iptal edip basın özgürlüğü için ABD’de yeni bir sayfayı açabilir. Tabii burada kamuoyunun baskısı, halkın ifade özgürlüğüne ne kadar sahip çıkacağı gibi dışarıdan faktörle de etkili olacaktır. Ortam uygunsa ifade özgürlüğü törpülenir, değilse bir başka bahara kalır. Tıpkı kürtaj konusu gibi.

        Komplo teorisi kurmaya çalışmıyorum ama son yıllarda Türkiye’de yaşanan pek çok gelişmenin üzerinden yıllar geçtikten sonra ABD’de de gerçekleştiğini gördüm: Erdoğan’ın seçilmesiyle Trump’ın seçilmesinin benzerliği gibi… Zaman zaman benzer gelişmeler bana acaba Türkiye pilot ülke mi diye düşündürdü hatta. Selçuk Tepeli, Sedef Kabaş, Sezen Aksu olaylarını da bize özgü hadiseler değil, küresel ölçekteki bir değişimin bize yansımaları gibi okuyorum biraz. Deneniyor, bu formül tutarsa başkaları da bizden öğrenip uygular belki. Türkler ifade özgürlüğünün eksikliğinden hiç rahatsızlık duymuyorsa belki Amerikalılar da bu duruma alışır? Gazeteciye gazetecilik öğreten çok kişi olmasına rağmen, gazetecinin kendinden başka hiç dostu olmaması da bu formülün tutmaması için ortada pek sebep olmadığını gösteriyor.

        Sezen çok korkmuş

        Sezen çok korkmuş
        0:00 / 0:00

        Sezen Aksu’yu savunmak bana mı kaldı, diye sormuştum. Birkaç gün sonra savunduğuma savunacağıma pişman oldum. Sezen Aksu’nun kendisini savunmak için yazdığı o kötü dörtlükleri görünce. Belli ki korkmuş çok, belli ki ne suya ne sabuna dokunmak istemiş. Belli ki konuyu mümkün olan en az hasarla kapatmaya çalışıyor.

        Türkiye’nin efsanesi olarak kabul edilen bir sanatçı haksız yere hedefe konulduğunda bile ne dediği anlaşılmayan, cılız mı cılız bir metinle kendisini savunuyor. Hıncal Uluç’a yanıt olarak yazdırdığı yazı bile daha sertti. Ne oldu, bu aralar etrafında tek kalan kişi YT’nin kalemi paslandı da iktidara karşı kükreyemiyor mu acaba?

        Türkiye’deki şöhret kültünün sorunu bu işte: Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyorlar. Savunduğunuza savunacağınıza pişman ediyorlar. Sezen Aksu’nun samimiyetsiz tarafı hep medyayı kullanmasıydı. Şimdi bu oyuna benim de düştüğüme inanamıyorum: Birkaç gün susarak, ortalığı gözlemleyerek, koroya bakarak ortamı tarttı, bana bile kendisini savunduracak bir yazı yazdıran ortam yarattı, sonra da laf olsun diye bir yanıt verme girişimi… Hem kavgası hem sevdası bitmiş…

        Diğer Yazılar