Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İlhan İrem içimde ukdedir. Zamanında herkes gibi birkaç şarkısını ezberlemiş—ezberlememek ne mümkün—sonra da onu kendi geçmişimde bırakmıştım. Birkaç sene önce, neden bilmiyorum, birden o şarkıları yeniden dinlemeye ve biraz daha derinine inmeye başladım. Denk getirip uzun bir söyleşi yapmak istiyordum.

        Onunla en fazla konuşmak istediğim konu ne kadar “deli” olduğuydu. Ya da daha doğrusu deli olup olmadığıydı. “Kafadan Kontak” şarkısında kendisi de deliliği bir övgü olarak yorumluyor, sıradan olandan belirgin bir şekilde ayrılmanın madalyası olarak sahipleniyor. Nazım Hikmet’ten “Sen de herkes gibisin,” sözünü ödünç alması da sıradanlığa ne kadar tepkili olduğunun bir kanıtıdır herhalde. O herkes gibi değildi, benim de en büyük korkum herkes gibi olmak. İyi bir muhabbet çıkacağına emindim. Basına çok fazla konuşmadığını biliyordum, bir de durup dururken söyleşi yapmayı gerektirecek bir vesile de yoktu. O yüzden bir gün yapılacak işler listesinde bir madde olarak kaldı, hiç harekete geçmedim. Artık böyle bir ihtimal de yok.

        DOZUNDA DELİLİK

        80’lerin tek boyutlu Türkiye’sine tanık olanların bildiği gibi İlhan İrem derli toplu devlet televizyonu şarkıcıları arasında görüntüsü, hali, tavrı ve konuşmasıyla hizaya gelmeyi reddeden, bu yüzden de kolaylıkla deli damgası yiyebilecek bir imajla sıyrılmıştı. 80’lerin “hair band”lerinden uyarladığı permalı saçlar, feminen bir bıyık ve ona tek kanallı yıllarda ekranı kapatmasına neden olan küpesiyle ezberlerle büyünmüş, statüko altında yetişmiş anne-babaların tüylerini diken diken etmeye yeterdi. İlerleyen yıllarda oje de sürdü. Ve çok da yer yerinden oynamadı. Geçmişinde Yeşilçam filmlerindeki aşklar duyarlılığında birkaç klasik şarkı yapmamış olsa kendisine verilen dar alanda sınırları zorlamasına ne kadar hoşgörüyle yaklaşılırdı, emin değilim.

        Ya da yeteri kadar deli değildi, “kafadan kontak” gibi görünmek işine geliyordu. Ama bir cazibesi olduğu da tartışılmazdı. En azından çocuk yaşımdan itibaren deliliğe özenen, “freak” olmak isteyen, sıradan ve ortalamadan nefret ettiğinin farkında biri olarak beni ona başta çeken de oydu. Ben de saçımı uzatmak, küpe takmak ve oje sürmek istiyordum; İlham İrem de devlet televizyonunda dayatılan seçenekler arasında Coşkun Demir ya da İzzet Altınmeşe gibilerinden daha ilginçti. En azından o günkü standartlara göre.

        Bir yandan birbirinin aynısı basit formüllü ama güzel aşk şarkıları vardı, bir yandan da o güne kadar hiç kimsenin değinmediği konularda sözler yazdı. Ozon, radyasyon, Cruise füzeleri, hatta AIDS’den bile bahsetti. Bu şarkılar özel olarak güzel değildi. Dün de bugün de “Ali Veli Maria” veya “Yurtta Barış Dünyada Barış” ve “Komedi” gibi Eurovision parçaları çocuk şarkısı ya da hicivmiş gibi geliyor. “Hep tansiyon hep tansiyon, atansiyon atenşın!” nasıl ciddiye alınır? Belki de denetim de tam olarak İlhan İrem’i ciddiye alamadığı, nereye koyacağını bilemediği, ama en önemlisi statükoya tehdit olarak görmediği için aradan sıyrılmasına izin verdi.

        Kesinlikle “cool” değildi zaten. O paye grubundaki Gür Akad’a—Türk rock’ının gelmiş geçmiş en cool insanı—aitti. Deliliği de sanki resmi ideolojinin izin verdiği ölçüde dozundaydı; sınırlı, saygılı, terbiyeli bir delilik. Zaten o da hiçbir zaman resmi ideolojiye saygısını kaybetmedi. Resmi ideoloji siyasal İslam’a doğru kayana kadar da İlhan İrem’in politik çizgisi devletle gayet uyumluydu.

        Muadilleri dünyada Thatcher’a, Kraliçe’ye küfür ederken, punk ortalığı yakıp yıkarken o evinden çıktığı günkü gibi iyi aile çocuğu olarak kaldı. Devlete, sisteme, rejime hiçbir zaman meydan okumadı. Zaman zaman küpeyle ekrana çıkarmadıkları gibi durumlarda sadece küstü. Sistem ondan zarar gelmeyeceğini biliyordu. Hatta şahsi bilinç yolculuğunda keşfettiği metafizik, ‘occult,’ paralel evren, psikedelike olan ilgisi de ayağını suya batırıp hafifçe sallandırmakla sınırlıymış gibiydi. Tıpkı freak’liği gibi cinselliği de dozunda ve kabul edilebilir ölçülerdeydi. Az ezberi zorlamadı; daha fazlasını da yapabilirdi, ama onun da sınırları vardı.

        YARATICILIĞA ENGEL

        İlhan İrem’in yaratıcılığına en büyük engel net bir heteroseksüel olması mıydı acaba? Düzcinsellik zaman zaman sanatçının ayağına bağlı pranga misali gitmek istediği yaratıcı yolculuktan alıkoyabiliyor. David Bowie ve Prince yaygın kabul görmüş cinsel rollere meydan okur, kendi cinsel kimliklerini sorgulatır gibi kasten soru işaretleri oluştururdu. Aslında dünyanın en güzel kadınlarıyla birlikteydiler. Prince’in aşk defteri Kim Basinger’dan Sheena Easton’a epey kalabalık; David Bowie içinde Iman’a geldi diye berbat bir espri yapayım.

        Makyaj yapmak, topuklu ayakkabı giymek, saçını boyamak erkekle özdeşleşmeyen süslenme biçimleriydi, ama bu iki dahinin hetero-esnekliği bir cinsel arayıştansa sahne performansı, bir oyun, “act”in parçasıydı. Düzcinselliğin sıradanlığının, tek boyutluluğunun, kısıtlayıcı ve sıkıcı sınırları yerle bir ettikleri bir çıkış yolu bulmuşlardı. Tıpkı kimyasallar gibi bu cinsiyet performansının da yaratıcılıklarına etkisi doğrudandı.

        Güllü Aybar ve Yeliz gibi döneminin en güzel kadınlarıyla birlikte olan, son eşine de hala sırılsıklam aşık İlhan İrem cinsiyet rollere dair kalıpları en fazla küpe takarak ve oje sürerek zorladı, daha fazla ileriye gitmedi. Hetero-esneklik biraz daha şımarık, arsız ve yırtık olmanın da yolu olabilirdi oysa. Müzikal kataloğunda birbirine benzeyen, basit formüllü ama bir şekilde güzel, hepimizin ezbere bildiği şarkılarının ötesinde daha derin, daha ezoterik senfonik rock albümleri var İlhan İrem’in. Ama etkileri sınırlı, bazıları yetersiz, başyapıt olamayacak kadar eksik kalmış işler. Sanki daha fazlasını yapabilirmiş ama bir şekilde kendisini sınırlamış gibi. Biraz provokasyon yapmak için ben bu sınırı düzcinsellik olarak tanımladım, bir başkası yaratıcı insanın Türkiye’de doğmasının bedeli de diyebilir. Keşke bütün bunları yaşarken onunla konuşabilseydim.

        Eski Türkiye'den iki video

        Eski Türkiye'den iki video
        0:00 / 0:00

        Çok da uzak olmayan bir geçmişten iki video geçen hafta önüme düştü. Birinde devlet televizyonunda MFÖ’nün yaptığı talk-show’da Peter Murphy dünyanı en “trippy” şarkılarından “Space Oddity”i söylüyor. Eşi Türk olan Murphy sorulara Türkçe yanıt vermeye çalışıyor ama Mazhar araya girerek “Altyazı kullanırız,” diyor. İngilizce. Böylece Türk devlet televizyonunda neredeyse tamamı İngilizce bir talk-show yayınlanıyor. Daha sonra Türkiye’nin en tanınan müzikal üçlüsü konuğuyla Bowie’nin şarkısını müthiş yorumluyor. Fuat Güner gitarı ve vokalleriyle eşlik ederken kendinden geçiyor.

        İkinci video daha yakın tarihli, 2003 yılından. Saba Tümer ve Serdar Akinan bir programda şarap uzmanı Mehmet Yalçın’ı ağırlıyorlar. O dönem bir kamu bankası yöneticileri yurtdışına gidip çok ünlü ve çok pahalı bir şarap açtırmış, bu da basına skandal olarak rastlamıştı. İşte Yalçın da ayrıntılarıyla bu şarabın namını, neden bu kadar pahalı olduğunu anlatıyor.

        Bu iki video da benim de bu dünyada olduğum zamanlar denk geliyor, ama bugünden bakınca hem başka bir asra hem de başka bir ülkeye aitmiş gibi geliyor. Bu kadar. Söyleyeceğim bu.

        Diğer Yazılar