Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DAVANIN ikinci günü, yani sabah saat 07.00’de eksi 19 derecede hapishane ile adliye binası arasındaki sevimsiz sokakta yürürken, “Bu hayatta iyi ki Selçuk Tepeli var, Allah onu başımızdan ebediyen eksik etmesin, o olmasaydı ben şimdi burada olamazdım” diye düşündüğüm ve onunla ilgili içimden daha başka güzel şeyler de geçirdiğim gün, aynı zamanda adliye görevlileriyle ilişkimin zirve yaptığı gündü.

        Girişte güvenliği, Türkiye’deki AVM girişlerindeki güvenlik kadar sıkı tutmuşlar. Buna alışık olduğum için bir sorun yaşamam diye düşünürken birden montumu çıkaramadığımı fark ettim. Görevliler bana, “Çabuk çıkar” dedikçe fermuarı bir türlü indiremiyordum. Sıkışma filan da yoktu kışlık montumda, her şey normaldi, sadece sağ elim tutmuyordu.

        İlk önce, Selçuk aklıma geldiği için yaşadığım maksimum stres nedeniyle inme indiğini düşündüm. Sol tarafımdan sonra sağ tarafıma da inme inmesinin sonuçları hiç hoş olmayabilirdi. Herkesin gözü önünde yazarlık âleminin Stephen Hawking’ine dönüşmek fikriyle belki yaşayabilirdim, ama sağ elim tutmazken Selçuk’un istediği saatte yazımı yetiştirmem zor olacaktı, onu hayal kırıklığına uğratacaktım, işte buna üzülürdüm.

        GARDİYANLAR DEVAMLI KIZDI

        Bu derdimle uğraşırken gardiyanlar da beni oradaki güvenlik sistemini sabote etmekle suçlayarak bağırıyordu. “Vücuduma galiba inme iniyor, bana bağırmayın” dedim. Sanırım biraz sempati duydular, ama bu sadece 5 saniye sürdü. Sonra ambulans gelinceye kadar beni bir odada tutmayı teklif ettiler.

        “Tutacakları odada ya Reza Zarrab da olursa, ya benimle konuşursa” diye düşünüp aşırı stres de binince elim açılmaya başladı birden. Meğerse elim soğuktan donmuş, yavaş yavaş açılıyormuş. Yayın yönetmenim, Allah onu başımızdan ebediyen eksik etmesin büyük insan Selçuk Tepeli’nin talimatıyla göreve gelmek için sabah saat 05.00’ten itibaren eksi 19 derecede çanta taşıyarak sokakta olduğum için elim donmuş, inme değilmiş.

        Bu durum aynı zamanda buradaki görevlilerle ilişkimin zirve yaptığı gündü. Ondan sonra bugüne kadar ilişkimiz hep yokuş aşağı yuvarlanır gibi kötüye gitti.

        Gerçi bende bir sosyal hastalık da olabilir. Galiba kurallara uymakta biraz zorlanıyorum, ama gardiyanların da dünyanın en anlayışlı, en sevimli insanları oldukları söylenemez. Eskiden hatırlıyorum da Gırgır Dergisi’nde kaba saba insanları vurgulamak için odun vücutlu, dikdörtgen fiziğe sahip insanlar gibi çizerlerdi. Buradaki gardiyanların da işe girmek için böyle fiziğe sahip olmaları şartı var galiba.

        Biri beni yana çekip, “Burada koyduğumuz her kuralın, yaptığımız her şeyin rasyonel bir açıklaması var” dediğinde, “Olmaz olur mu, mutlaka vardır. Örneğin dışarıda hava eksi 19 dereceyken mahkeme odasında soğutucu çalıştırmanızın da mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır” karşılığını verdiğimde nedense yine kızdılar.

        FBI KESİN TUTUKLAYACAK

        Son olarak da yarım saattir ayakta dikildiğim köşede bir başka korkunç hastalığın başladığı şüphesiyle kendimle uğraşırken birden mahkeme salonunun kapısı açıldı ve jüri üyeleri çıktı. Ben yerimden hiç oynamadığım halde gardiyan direkt yanıma geldi ve beni jürinin yolunu kesmekle suçladı. Ben de “Ne yani, tatil için Miami’ye gitsem ve bunlardan biri oraya gelse, ben senin mantığınla Miami’ye onunla buluşmak için mi gitmiş olacağım, sana göre bunun mantığı nerede?” dediğimde sistemin beni, operasyon düzenlenecek insanlar listesine kesin dahil ettiğini düşünmeye başladım.

        Neyse 3 Ocak’a kadar dava yok. Geri döndüğümde FBI beni de tutuklayacak, artık buna eminim. Burada “en küçük suça maksimum ceza vermek” adil davranma felsefesi sanıldığından hapiste kalacağım önümüzdeki 40 yılı, çıkınca Allah onu başımızdan ebediyen eksik etmesin Yayın Yönetmenim Selçuk’u nasıl öldüreceğimi düşünerek geçiririm diye düşünüyorum.

        Diğer Yazılar