Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘Sanat neye denir?’ başlıklı yazımda sanat eserlerini müzelerin ve galerilerin dışına çıkarmak için sanatlarını dünyanın ücra köşelerinde, tercihan çöllerde, tabiatın içinde sergileyenleri incelemiştim.

        Bu sanatçıların yarattığı eserler sanki bir müzeye, bir galeriye sığmalarının imkansızlığını vurgulamak istercesine çok büyük, hatta devasa boyutlarda olabiliyordu.

        Bu sanatçıların sanat felsefesinin kökenlerini Michalengelo, Titian, Picasso gibi isimlere kadar uzatmak mümkün. Çünkü o ustalar her zaman boyut olarak olmasa da içerik olarak büyük eserlerle bizlere hayat coşkusu yoğun duygular ve güzellikler vermişlerdir. O yazımda ele aldığım sanatçılar da o çoşkuyu yakalamanın peşindeydiler.

        Sanat tarihinde bu trend hep vardı ve hep de olacak.

        Ama bir anlamda bunun anti-tezi olarak nitelendirebileceğimiz bir başka ekol de var ve o da hep olacak. Bu da bu bahsettiğim sanatçıların aksine güzelliği, hayatın coşkusunu, detaylarda hayatın rutinin ince noktalarında arayan sanatçılardan oluşuyor.

        Bunların sanat felsefesini de Marcel Proust’a bağlamak mümkün.

        Proust hem Magnum Opus’u ‘Kayıp Zamanın İzi’ romanında hem de hayat tarzıyla güzelliği yaşamanın coşkusunu hayatın rutinin detaylarında görüp, bulmanın felsefesini de yapmıştır.

        REKLAM

        Mecburen mutlaka okunması gereken klasikler okumalarım bağlamında Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzi’ ciltlerini okudum buna ek olarak onun hakkında yapılmış olan birçok biyografi çalışması arasından seçtiğim George Painter’in Proust biyografisini ve Wiliam Carter’ın ‘Marcel Proust a Life’ başlıklı biyografisini de okudum. Uzmanlar Painter’in çalışmasının daha iyi olduğunu söyleseler de benim gönlüm oğlumun okumakta olduğu üniversitenin Fransızca bölümünde profesör olduğundan Carter’in çalışmasından yana. (Bu arada Proust çevirileri ve biyografileri dünyasının ayrı bir akademik çalışma alanı haline gelmiş olduğunu da bilmeniz lazım. Alan o kadar fazla çalışmayla dolu ki, öyle rekabet var ki inanamazsınız). (Bu konuda bir çalışma için bknz. John Updike, Due Considerations kitabı içinde sayfa 523. ‘The Man in Bed’ denemesi.)

        Ben bu çalışmaları okuyuncaya kadar Proust’un felsefe üzerine akademik çalışma yaptığını bilmiyordum. Onun hayatın rutini ve detayların güzelliği ve anlamı üzerine felsefesinin bu kadar sağlam içerikte olabilmesi belki de bu akademik temeli nedeniyle olabilir.

        Onun hayat felsefesinin sanatta direkt görülmesi için ressam Jean- Baptiste Chardin’in incelenmesi gerekiyor. Ben bu sanatçı hakkında bilgiyi ilk kez Alain de Botton’un ‘Proust Hayatınızı Nasıl Değiştirebilir’ adlı çalışmasının son bölümünde okudum. Öğrendiklerim kendi yaşamıma çok uydu, beni çok rahatlattı belki size de faydası olur diye burada da anlatacağım bunu:

        Proust bir zamanlar bir hikaye yazmış. Bunda içi huzursuz olan, yaşamakta olduğu hayattan hiç memnun olmayan, yaşadığı evine ailesine baktığında mutsuzluk hisseden bir genç var.. Hayal kurduğu veya Louvre Müzesi'ne gittiğinde hep aristokratların hayatlarını düşünüyor veya o hayatları gösteren resimleri inceliyor.

        Sürekli bu gibi yaşamı arzuladığından kendi gerçek yaşamı ona daha da batmaya başlıyor.

        Proust bu başlangıçtan sonra o gence bu durumundan çıkması için yardımcı olmaya girişiyor.

        Ve bir daha müzeye gittiğinde aristokrasinin veya zenginlerin hayatının anlatıldığı resimlere değil, Jean-Baptiste Chardin’in resimlerinin sergilendiği galeriye girmesini tavsiye ediyor.

        Chardin hepimizin gündelik yaşamımızda kullandığımız sıradan cisimlerin resmini çizmiştir. Örneğin bir kahve cezvesi, bir ekmek, fincanlar veya bir içki bardağı gibi.

        Bu sıradan eşyaların estetiğini ve güzelliğini ortaya çıkarmıştır Chardin.

        REKLAM

        Eğer zenginlerin, bizim hiç olamayacağımız türde insanların hayatlarını özlemekten vazgeçersek zaten hayatımızda şu anda bulunan ama bakmayı bilmediğimizden gerçek anlamlarını ve güzelliklerini göremediğimiz eşyalar ile doludur yaşam aslında.

        Bu temelde Proust’un da hayat felsefesidir. Bu felsefe hayatın rutin detaylarından güzellik çıkarmaya çalışan sanatçı ekolünü de belirleyici olmuştur.

        Biz bakanlara rutin önemsiz gibi gelen detaylara önem veren sanatlarını yapan bu sanatçıların eserleri bizlere melankolik bir duygu verirler. Çünkü gördüklerimiz hayatımızın mutlaka bir evresinde bizlerin de görüp aldırış etmediğimiz rutin görüntüler olduğundan bu resimler, Proust çayına kurabiyesini batırıp yediğinde nasıl nostaljik duygulara kapılıyor ve geçmişi hatırlıyorsa, bizi de geçmişe götürüp nostaljik duygular verir.

        Büyük eserler nasıl bize büyük coşkular verebiliyorsa bu detaylara rutine önem veren sanat da bize melankoli yaşatıp içimize döndürür bizleri. Onlara bakınca nostaljik mutluluk yaşarız.

        Bu gündelik yaşamın rutininden sanat çıkarma konusu tartışıldığında ressam Edward Hopper hakkında da düşünmemem imkansız. Hopper Amerikan hayatının gündelik rutini hakkında resimler çizmiştir ama onun önemi resimlerinin küçük detaylarında değil hayat hakkında verdiği büyük resimdir.

        O büyük ve önemli bir ressamdır ama ben bugün başka yazımda anlattığım neredeyse devasa boyutlarda düşünen sanatçılara karşı olarak görülebilecek küçük detaylarla ilgilenen sanatçılar hakkında düşünmenin peşinde olduğumdan Hopper’in önemini sadece not etmekle yetineceğim.

        Hayatın rutinin detaylarından sanat çıkarmanın fotoğraf dalındaki en etkili temsilcisinin de Walker Evans olduğunu da bu bağlamda not etmek lazım.

        REKLAM

        Anlayacağınız Chardin’in hepimizin gündelik yaşamımız içinde üzerinde fazla düşünmeden görebileceğimiz objeleri çizdiği resimlerine bakarken insan elinde olmadan o objelerin geçmişten bize çağrıştırabileceği duyguları hissetmeye başlıyor ve baktığımız resim bize nostaljik ve melankolik duygular verebiliyor.(Chardin hakkında iyi bir çalışma için bknz ‘Chardin’s Enchanting and Ageless Moments’ yazan Roderick Conway Morris, New York Times Dec 22,2010)

        Dünyada en büyük Chardin koleksiyonuna sahip olan Louvre Müzesi'nin eski direktörü Pierre Rosenberg düzenlediği Chardin sergisine ‘Chardin: Sessizliğin Ressamı’ adını vermiştir.

        Buradaki sessizlik tanımı aslında bu ekoldeki ressamların hayat felsefesini de anlatmaktadır. Çünkü onlar rutin hayatımız içindeki detayların güzelliğinden doğabilecek derin ve sessiz duyguların peşinde olan sanatçılardı, onların sanatı Latince özdeyiş “Ars es celare artem’ yani 'Sanat sanatı gizlemek içindir' düşüncesinin hayata geçirilmiş biçimi gibidir

        Gördüğümüz detayların bizleri daha yoğun etkileyebilmesi için Bertrand Russell’ın 1935’te yazdığı ‘Useless Knowledge’ başlıklı denemesinin de okunmasını tavsiye ediyorum .

        Russell bu çalışmasında normalde dikkat etmediğimiz objelerin kökenleri hakkında bilgilendiğimiz takdirde bunlar gereksiz bilgi gibi gelse de hakkında yeni bilgilerin öğrendiğimiz o objeleri daha anlamlı yaptıklarını söylüyor.

        Ressam Chardin’in sanat felsefesine sahip bir başka büyük sanatçıyı anlatmaya geçmeden önce, yine hayatın rutin detayları hakkında sanat ürünleri veren pop-sanatçılara da bir değinerek onları neden bu yazı kapsamında görmediğimi anlatacağım.

        Örneğin Jeff Koons gibi Andy Warhol gibi pop sanatçılar yine gündelik yaşamda görmeye alışık olduğumuz objeleri sanatlarında çizmişlerdir veya kullanmışlardır. Ancak onların asıl amacı bunların reklamcılık veya film endüstrisinde nasıl mal haline getirildiklerine kültürel bir eleştiri getirmekti. Benim bu yazıdaki amacım ise çizgilerindeki, Proust’ un kitabı gibi, hayatın detayındaki, önemsiz gibi görüle objeleriyle bizlere derin duygular yaşatabilen sanatçılar olduğundan farklı kaygıları yüzünden pop sanat da bu yazının kapsamı dışında kaldı.

        REKLAM

        Proust’un felsefesini sanatına yansıtan bir başka büyük ressam Wayne Thiebaud’du.

        Hayatımızdan bildiğimiz alıştığımız objeleri tekrardan resimde görmenin bizlerde yaşatacağı nostaljik mutluluğun ressamıydı Thiebud. Pastane dükkanlarının vitrinlerinde yan yana sıralanmış olarak görebileceğimiz pastaları çizerdi o. Bu konuyu defalarca çizdi. O pastaların hepsi birbirinin aynısı gibiydi ama Thiebaud her birinin detayında yaptığı renk oynamalarıyla bizlere detaya bakmanın önemini öğretiyor gibiydi. Zaten "Bir objenin üzerinde rengi algılamamız onun etrafındaki diğer objelerin üzerindeki renkler tarafından da belirlenir" diyen Josef Albers’in renk teorisine de inanıyordu Thiebaud.

        Onun gündelik yaşam içindeki eşyaları resminde çiziş biçiminin Bonnard’ın sanatını çağrıştırdığını söyleyenler de var.

        Gerçekten de Bonnard da gündelik yaşamının rutininde gördüklerinin resimlerini çizen bir ressamdı. Ama onun rutini kendi eşi Marthe’yi görmekten ibaretti. Bu yüzden Marthe’nin 400’e yakın resmini de çizdi.

        Marthe ne kadar narin yapılı bir kadın olsa da bu yazıda ele almaya çalıştığım hayatın detayı kavramının içine giremeyecek kadar da önemli bir kadındı. Bu önemi sadece Bonnard için olsa bile öyleydi. Bu yazının konusunu ise Proust’un kurabiyeleri Chardin’in mutfak aletleri veya vazoları, Thiebud’un kekleri veya rujları gibi gündelik objelerini ele almaya çalıştığımız sanat ekolü oluşturuyor.

        Diğer Yazılar