Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Theodor Adorno’nun ikinci dünya savaşı döneminde Los Angeles’ta geçirdiği günleri anlatırken başıma bu felaketin geleceğini hissetmiştim. ’O kitabını Kaliforniya’da yazabildi, ben onu Bodrum’da okuyamadım bile’ başlıklı yazımın ana fikri Adorno’nun teorik dünyasının ve çalışmalarının anlaşılmasının çok zor ve hatta imkansız olduğuydu.

        Bunu o yazımda yazarken ve hatta aynı şeyi şimdi tekrarlarken bile içimin öfke ile dolduğunu hissedebiliyorum.

        ‘Bunu ben nasıl olur da anlayamamam’ iddiası bende var. Bu iddialı tavrım beni çok daha iyi, daha güzel karakterli bir insan haline mi getiriyor, yooo katiyen değil hatta aksine bu zayıflığımın beni berbat takıntılı bir karakter haline dönüştürdüğü bile söylenebilir.

        Anlayamadığım konu eğer Marksizm ile flört eden bir düşünür olduğu takdirde bu anlama iddialı damarım daha da kabarıyor. Ben bu işin eğitimini aldım, dönemin en derin profesörlerinden Marksizm teorisini öğrendik, klasik kitapların hepsini devirdim. Öyleyse içeriği ne kadar zor olursa olsun benim bildiğim sorunlarla uğraşan Adorno’yu da anlamam lazım herhalde diye düşünüyorum.

        Anlama çabam sürüyor ancak aslında başlıkta dediğim gibi Adorno’yu anlayamama çabam büyük hızıyla sürmekte.

        Hani zor bir yazarın, zor derinlikli bir çalışmasını okurken içiniz bunalır ve metin sizin için içinden çıkılmaz hale dönüşür, okumakta olduğunuz kitabın hemen bitmesini arzulamaya başlarsınız ya tam bütün bu bunalımlar sürerken bir mucize olur, bir an gelir ki beyninizde muazzam bir berraklık oluşmaya başladığını hissedersiniz ve o ana kadar okuduğunuz her şey birbirine bağlantılı ve anlamlı gelmeye başlayabilir ya.. İşte o an bende Adorno’yu okurken bir türlü oluşamıyor.

        ADORNO NEDEN ÖNEMLİ

        Bunun neden böyle olabildiğini düşünmeden önce benim için Adorno’nun neden önemli olduğunu açıklamalıyım. Ben bir süredir kültür ve popüler kültürün hemen tüm alanlarına dair bir laf etmeye çalışıyorum bu köşede. Adorno da bugüne kadar okuduğum en müthiş kültür eleştirmeni ve kültür teorisyeni. O nedenle onun tüm felsefesini ayırntılarıyla anlamasam dahi kültür eleştirisinden haberdar olmam mutlaka gerekiyor.

        FELSEFE ÖZÜRLÜ OLABİLİRİM

        Baştan söylemeliyim ben felsefenin soyutluğunu kavramada oldukça sorunluyum. Felsefeyi okurken onu kendi gerçekliği içinde kendi başına kabul edeceksiniz geçmiş felsefi birikimlerin ve gelecek bağlantılarını da soyut düzeyde düşünebileceksiniz.

        Üniversitede bir dönem Kant’ın felsefesi üzerine verilen bir dersi seçmeli ders kontenjanından almıştım. Hocamız Kant konusunda uzmandı. Şimdi düşünüyorum da aynı zamanda hocamız tamamen delirmiş durumdaydı. Kant’ın bütün kitaplarını anlayarak okumak insanı delirtebilir bu yüzden onun deli olması sürpriz değildi ancak bir deli olarak kafayı taktığı konu biraz abartılıydı. Tarihte deniz önlerinde açılmıştı kavmin geçmesi için denilir ya. Hocamız bunun bilimsel bir açıklaması olduğunu ispatlamaya adamıştı hayatını nedense. Döneme ait tarihi meteorolojik verileri de uzun çalışmalardan sonra bulmuş ve o denizin sularının ayrıldığı gün sadece bir gelgit olayı olduğunu iddia ediyordu.

        Şimdi böyle bir şeye nasıl hayır diyecesiniz ki, sınıfta hepimiz zaten evet dedik ama bence insanların orada tam o anda gelgit anında bulunmuş olmasını tesadüfle çıklamak hayli saçma bir yorumdu. Adam delirmiş olduğu için bu itirazımı bugüne kadar kendimde sakladım ona hiçbir şey söylemedim.

        Şimdi gelelim Kant meselesine… Hoca’nın derste verdiği bütün kitapları okumam ve derste anlatılanları dinlememe rağmen felsefe saf teori soyutluğunda kaldığına ben meseleyi algılayamıyorum. Peki çözüm nasıl olabilecek onu da düşündüm. Yine Kant örneğinden gidersek zor konuları basit yazma yeteneği olan bir eleştirmen ve tercihan bir gazeteci eğer Kant'ı açıklayan ve gerçek yaşamla bağlantısını kuran bir yazı yazarsa benim onu anlama sürecim ancak o noktada başlayabiliyordu.

        FELSEFE YOĞUN BİR ORTAM

        Savaşa doğru giden Almanya’da yoğun felsefi düşünme birikimi de vardı. Adorno’nun o günlerde bulunduğu çevreler felsefeyle yaşamaktaydılar. Hegel, Kant, Schopenhauer devamlı tartışılıyordu.

        Bu üstatları okuya okuya tartışa tartışa Adorno da "İdealist Felsefedeki Bilinçsiz Ruh Öğretisinin Anlamı Üzerine” gibi başlıklar atabildiği çalışmalar yapmaya başladı doğal olarak. Bir doktora tezi çalışmasının başlığı olan bu başlıktan da anlayabileceğiniz gibi beyni Alman felsefesinin ağır babalarının düşünceleri ile dolu olan Adorno düşünce hayatının ilk yıllarında bile başlığı kolay anlaşılabilen ve içi zor cümlelerle dolu olmayan bir çalışma yapamamaya başladı.

        Tabii bütün bunlar onu anlayamamayı mazur gösteren konular değil. Veya öyle olmalı diyeyim. Eğer felsefesi zor ise kendinizi zorlarsınız ve gerekirse klasik kaynaklara da gidersiniz yani bu durumda Kant ve Hegel okursunuz ve sonunda o felsefe de anlaşılır.

        En azından teori bu.

        Ancak ben Adorno’yu çalıştıkça bunu yapsam bile onu sonunda yine de iyi anlayamayacağımı biliyorum.

        Bunun da nedeni Adorno’nun aynı zamanda bir müzikolog da olması. Müzik teorisi üzerine müthiş çalışması var.

        Ben yıllardır caz üzerine çalışsam da teknik teorisini pek anladığımı söyleyemem ve tabiiki Adorno’nun yaptığı müzik teorisi çalışmalarını çözümleyebilecek birikim bende katiyen yok ama müzik çalışmalarının onun teorik yapısını oluşturmak yolunda hayli önemli etkisi var ve bu nedenle müzik çalışmalarının anlamını tam anlamadan teorik yapıyı da tam çözümleyebilmek mümkün değil bence.

        Müzik derken Adorno caz konusunda da hayli eleştirel bir laf da etmiştir. Ben buna katılmıyorum bunu yeri gelince açacağım daha sonra.

        Naziler'den kaçıp Amerika’ya gidince özellikle de Kaliformiya’da gördüğü sosyal yaşam ve kültür süreçleri bence Adorno’ya Alman felsefi yapısının üzerine popüler kültü eleştirisini de koyma imkanını verdi ve ortaya müthiş bir eleştirel teori çıktı.

        Ben yukarda anlattığım nedenlerle saf felsefi teorik yapıyı henüz tam kavramasam da Adorno’nun kültür eleştirisini biraz anlamaya başladım sanıyorum. Kendi açımdan Adorno’yu anlama çalışmamı şimdilik kültür teorisi ile sınırlıyorum. Diğer boyutlardan vazgeçmiş değilim ancak onun için bir hayat boyu sürecek gayret gerekecek galiba. Öğrenme susuzluğum sürdükçe o boyutları da ihmal etmeyeceğim eğer br gün beynim aydınlanırsa, ben tamam anladım diyebilirsem, eğer o zaman geldiğinde hala daha yazabiliyorsam onları da yazarım. Söz veriyorum.

        KÜLTÜR TEORİSİ

        Kant, Hegel, Marx’ın felsefi ve teorik çalışmalarını derinlemesine incelemiş Adorno’nunki gibi bir beyin. Kaliforniya’nın kültür şokuna maruz kalınca sonunda yer yer Marx’ın orijinal analizinden de koparak Marksist içerikli bir eleştirel kültür teorisi oluşturdu. Marx da yabancılaşma, değerlerin mallaştırılması konularını incelemiştir ama o bunu daima üretim süreçlerine bağlayarak yaptı. Marx’ın üretim süreçlerine vurgusu ve ideoloji ve kültür gibi konuların bu ekonomik yapı temelinin bir üstyapısı olarak ele alması daha sonra üretime abartılı vurgu yapan şematik her şeyi otomatik açıklama yapılıyor iddialı eleştirilere de yol açmıştır.

        Adorno bu şematiklikten uzak kalmak için üretim süreçlerini nerdeyse tamamen ihmal etti ve tüketime ağırlık verdi. Kapitalist toplumların sömürülen kitleleri birer tüketici yaparak nasıl kendilerini yeniden ürettiklerini anlamaya çalıştı. Toplumun tüm güç ilişkileri ile kendini yeniden üretme sürecinde kültürün ve popüler kültürün özel önemi olduğunu gördü. Popüler kültürün yayılma araçlarının televizyon, sinema, müzik ve gazetelerin birer düzen sürdürücü araçlar olduğu kanısına vardı. Bu araçlar sömüren ve sömürülen sınıflara aynı popüler kültürü vererek eşitliği sağlar gibi gözükürken aynı zamanda temeldeki sömürü ilişkisini de sürdürmeye yarıyorlardı.

        Örneğin müzik, televizyon bizleri eğlendirirken hayatımızın sorunlarını ve aslında ezilmekte olduğumuzu unutturarak sistemi güçlendiriyorlardı.

        Aslında karmaşık olan bir teoriyi oldukça şematik ve basitleştirerek anlattığımın farkındayım ama bir gündelik gazete yazısı bağlamında bunun başka çaresi yok.

        Anlayacağınız Amerika hakim kültüründen de etkilenen Adorno kültürel üretim süreçlerinin nasıl sınıfsal anlamı olduğunu ve sömürü düzenini sürdürmekte ne kadar dönemli olduklarını çözümlemişti.

        Tüketimi üretimden daha önemli gördüğünden belki Marx’ın analizinden uzaklaşıyordu ama sonuçta dedikleri aslında tam Marksist içerikliydi, bir anlamda Marksist teoride şematik açıklamalarla eksik bırakılan kültür teorisini oluşturuyordu Adorno.

        GELELİM CAZ MESELESİNE

        Adorno bir müzikologdu ama cazı çok sevdiği de söylenemez bu şaşırtıcı çünkü Kaliforniya’da yaşadığı dönem Bebop’un yani modern cazın doğum yıllarıydı da. Adorno cazın da temelde halkı eğlendirdiğinden sınıfsal ilişkileri yeniden üreten ve sömürü düzenini koruyan bir yönü olduğunu söylemiştir. Ben bunu yanlış buluyorum (Eric Hobsbawm da bu konuda Adorno’nun saçmaladığını söylemiştir). O dönemde Bebop’un doğumundan önce hakim olan Swing türü müzikte insanlar dans ettiklerinden dolayı Adorno bu şekilde bir sonuca varmış olabilir. Ama hatırlayın ciddi caz ortaya çıkınca üstatlar dans etmeyi bırakın da yerinize oturup ciddi biçimde müziği anlamaya çalışın da demişlerdir. Caz Adorno’nun dediği gibi halkı eğlendirmiştir tabii ki ama aynı zamanda onları hakimiyet ilişkilerini sorgulamaya teşvik de etmiştir.

        Neyse bu yanlışının Adorno’nun büyük bir düşünür olmasına gölge düşüremeyeceği kesindir. Bu yazıyı bitiriyorum ama onu anlama çalışmalarını bitmeyecek ısrarla okumaya sürdüreceğim. Öğrenciliğim döneminde Kant dersinde aldığım ve yıllardır saklamakta olduğum notları bile yeniden okumayı göze aldım bu yolda.

        Diğer Yazılar