Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Geçenlerde ‘Interstellar’ adlı filmi izlerken Proust ve Joyce’u düşündüm.

        Filmin yönetmeni Christopher Nolan ciddi konularda teorik düşünmeyi bilen ciddi, iyi bir yönetmen. Bu yüzden onun hiç bir çalışmasını kaçırmamaya çalışırım.

        Bu filminde de Christopher Nolan teorik fiziğin en zor konularından bir tanesi olan ‘Zaman’ meselesini ele alıyor. (Bunun ne kadar zor ama önemli bir konu olduğunu Stephen Hawking’in ‘Zamanın Kısa Tarihi’ çalışmasını okursanız daha iyi anlarsınız) Filmde bildiğimiz anlamdaki zamanın boyutlarının değişmesine neden olan ve zamanı eğip bükebilen 'solucan delikleri' ve 'kara delikler' ele alınıyor.

        Zor bir film ama sebat ederseniz sonuna kadar giderseniz eminim ki çok tatmin olacaksınız.

        Filmde bahsettiğim konular, dikkat ettim ki, son derce derinlikli ele alınıyordu. Ne kadar bilgili olursa olsun hiç bir yönetmenin bunu tek başına yapabilmesinin mümkün olmadığını düşündüğümden filmi çekerken almış olduğu yardıma da bir baktım.

        Gördüm ki Stephen Hawking ve Carl Sağan ile arkadaş olan ve ünlü teorik fizikçi Richard Feynman’la da çalışmış olan Nobel ödüllü teorik fizikçi Kip Stephen Thorne bu filmde danışmanlık yapmış.

        Bu yüzden zaman sorunlarını bu kadar teorik açıdan iyi ve tatmin edici ele alacak bir başka film de yapılabileceğini sanmıyorum.

        Edebiyatta modernin kurucuları olan Marcel Proust ve James Joyce farklı açılardan da olsa ikisi de zaman sorunsalı ile uğraşmışlardır. Proust istençsiz hatırlanmış anılarıyla kaybedilmiş zamanı bulmak ve onu günümüze getirmek için yazdı o binlerce sayfasını.

        Joyce ise zamanı hatırlanmış anılarında değil yaşanılan bir şehirde (Dublin), o şehrin gündelik rutininde bulup hakkında yazmaya girişti.

        İkisi de zaman kavramı hakkında derin düşünmüş olan ve zaman sorunsalıyla farklı edebi söylemleriyle boğuşmuş olan usta yazarlardı. Üstelik Proust iyi bir felsefe eğitimi de almıştı. Onun konunun felsefi boyutlarıyla derin düşünmüş olduğu da biliniyor. Bu konuda yapılmış olan birçok doktora tezi bile var.

        Durum böyle olunca insan elinde olmadan "Keşke bu zor konu üzerine, zaman üstüne bir sohbet edebilseydiler kim bilir neler çıkardı ortaya" diye düşünüyor.

        Bu düşünce beni belki de tarihin en boşa harcanmış buluşmasını hatırlamaya getirdi.

        Tarihin en usta, bu büyük iki yazarı bir defa Paris’te buluştular. 1921 Mayıs'ında. O gece Paris’te Stravinsky ve Diaghilev için bir akşam yemeği veriliyordu. Yemeğe James Joyce ve Marcel Proust da davetliydi. Evinden fazla çıkmayan Proust ve insanlarla sohbet etmeyi fazla sevmeyen Joyce davete katılmış ve üstelik aynı masada oturmuşlardı.

        O efsanevi buluşma gecesinde olan biteni aynı masada bulunan Amerikan şair William Carlos Williams’ın anlattıklarından biliyoruz.

        İnsan iki büyük usta yazar yan yana masada oturunca ne olmasını bekler. Sizi bilmem ama ben doğrusu birbirlerinin çalışmaları hakkında konuşmalarını beklerdim. İkisi biraz sohbet de ettiler ama sanki birbirlerinin çalışmalarından haberdar değilmiş gibi davranıyorlardı. Bu nasıl mümkün olabilir diyeceksiniz ama oluyor işte.

        Joyce’un ilk lafı "Gözlerimin durumu çok kötü beni öldürüyorlar" oldu. Proust’un buna cevabı ise "Bugün midem çok kötü, berbat durumdayım, erken kalkmam gerekecek galiba" olmuştu.

        Proust ortamı biraz neşelendirmek için Joyce’a trüf sevip sevmediğini sordu. Joyce buna "Evet severim" diye kısa cevap vermekle yetindi. Galiba ikisi de sıkılmış olmalıydı ki kısa süre sonra ayrılmak için kalktıklarında birbirlerine çalışmalarını okumamış olmaktan duydukları üzüntüyü bildirdiler. İnanılacak gibi değil ama hem Joyce hem de Proust diğerinin çalışmasını okumamış olduklarını iddia ediyorlardı.

        Böylece büyük bir fırsat kaçırıldı iki usta edebiyat ve zaman üzerine tek kelime konuşmadan ayrılıp gittiler.

        Diğer Yazılar