Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sadece belirlemiş olduğum bir konu üzerinde çalışırken değil biraz dinleneyim dediğim zamanlarda bile John Berger denemelerini karıştırıp aralarından rasgele seçtiklerimi okumayı seviyorum. Berger, daima orijinal olmayı başarabilmiş bir düşünür oluğundan ve denemelerini okumaya girişen her insanın beyninde yeni kapılar açabilen bir yazar olduğundan onun yazılarını daima çok tatmin edici bulurum.

        Uzun süredir var olan bu alışkanlığım sonucunda zengin bir konu çeşitliliği bulunan Berger’in kübizme özelikle önem verdiğini anladığımdan itibaren ben de bu koyuya ilgi duymaya başladım.

        Berger hayatı boyunca ‘görme biçimleri’ ve bakmanın ve görmenin önemi üzerine çalışmış olduğundan (bknz. ‘Görme Biçimleri’ ve' O Ana Adanmış’ çalışmaları) sanat tarihinin belki de en radikal görme biçimi devrimi olan ve farklı görme biçiminin resim sanatına yansıması olarak nitelendirebileceğimiz kübizme yoğunlaşmış olması da belki bu yüzden şaşırtıcı değil.

        Berger kübizmin önemini vurgulamak için yazılarında ‘kübizm hareketinden’ değil bir kübizm 'an'ından bahseder.

        O ‘an’ gerçekten çok önemlidir çünkü kübizm resimde o güne kadar hakim olan görme ve ressamın gördüğünü tuval üzerinde canlandırma biçimini değiştirmiş ve gerçek bir devim yapmıştır.

        REKLAM

        Konuyu biraz basitleştirerek anlatmak tehlikesini göze alarak o güne kadar ressamlar gördüklerini iki boyutlu (en ve boy) olarak iki boyutlu tuvalin üzerinde çiziyorlardı.

        Kübist sanatçılara göre dış dünyanın nesneleri sadece göründükleri yanlarıyla değil görünmeyen yanları ile de ele alınmalıydılar.

        Şimdi ‘hareketin’ diyecektim ama Berger’e uyarak bunu kullanmamaya karar verdim. Kübizmin 'an'ının kurucu babaları olarak görülen Pablo Picasso ve Georges Braque başta olmak üzere tüm kübist sanatçılar dönemin hakim görme biçimi olan Empresyonizm’e hakim olan görme duygusu yerine aklın önceliğini vurgulayan ve aklın gücünü ortaya koyan resimler çizmek istiyorlardı.

        İnsan aklı bir nesneyi gördüğünde onu gözün gördüğü gibi sadece iki boyutlu algılamakla kalmaz, o nesnenin sağından solundan ve arkasında da nasıl göründüğünü merak ve hayal eder.

        Kübistler nesneleri sanki çevresinde dolaşıyormuş gibi birkaç bakış açısından onu cepheden yandan üstten alttan aynı tuval üzerinde göstermeye girişmişlerdir.

        Böylelikle bir yüzü çizdiklerinde de o yüzü hem yandan hem de iki gözü görünecek biçimde çizmişlerdir.

        Bu yüzden onların resimlerine ilk bakıldığında anlamsız gelen, karmaşık gelebilecek görüntüler olabilir. Bu yüzden sanatla ilgili çevreler ve eleştirmenler ilk önce ne olduğunu anlayamamışlardır.

        Oysa kübist resim bakandan düşünmesini ister. Örneğin yürüyen bir insan resmi önceki görme biçimine sadece o andaki görüntüsüyle çizilmeyle yetinebiliyordu oysa kübist ressam yürüyen insanın yürümesinin bir ileriki aşamasında diğer boyutlardan nasıl görüneceğini de düşünüp tek bir tuvalin üstünde bunu göstermeye çalışır.

        Örneğin bir ara kübist resimler çizmiş ama sonradan ayrı yönlere doğru gitmiş olan Marcel Duchamp’ın 1911 tarihli 'Young Man in a Train’ adını verdiği eserine ilk bakışta ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Ancak kübizmin bu son derce özgün görme biçimini anladıktan ve hareket halinde bulunan bir trendeki yine hareket halindeki bir genç adama bakılmakta olduğunu düşünürsek resim gerçek anlamını o zaman bulabiliyor.

        Marcel Duchamp’ın sözü açıldı da onun hakkında ne zamandır düşünmekte olduğum birkaç lafı etmek istiyorum. Duchamp gibi bir türlü sakin ruh haline sahip olamayan yaratıcı beyinler hangi sanat akımı içinde olurlarsa olsunlar onu bir boyutuyla ilk önce soyuta daha sonraki aşamada anlamsızlığa çekebilirler.

        Harika kübist resimleri de var olan Duchamp, kübist resmin ilk bakışta karmaşık anlamsız gelebilecek formatını tabii ki yine dayanamayıp soyut boyuta çekmiştir. Gerçi kübist sanat dediğim gibi soyutlamaya on derece uygundu ve ilk önce Apollaniere’in yarattığı kavram olan ’Sürrealizm’ kübist resim tekniğinde olan potansiyeli görüp o yönde gitti.

        Aslında hiçbir akımın içinde yer almaktan prensip olarak hoşlanmayan Picasso kübizmde var olan sürrealist potansiyeli tabii ki görmüştü. Ama o içindeki sürrealizme kayma dürtüsünü her zaman baskı altında tuttu ve bize Guernica gibi şaheserleri vermeyi sürdürdü. Guernica’ya bakarsanız bir savaş felaketinin alanda her açıdan nasıl görünebildiğini her yönüyle verilebildiğini fark edersiniz ve o ana kadar hala daha Picasso’ya hayran olamamışsanız belki o anda başlayabilirsiniz buna.(Picasso sürrealistlerin sadece şiirlerini severdi)

        Tarihe bir pisuarı sanat ürünü diye kabul ettirmesi ile geçmiş olan Duchmp ise kübizmden çıkıp adeti olduğu üzere soyutlamayı abarttı, mutfağındaki masaya bir bisikleti tersten monte etmeye kadar vardı. Kim bilir sanat ve düşünce tarihi böylesine eksantrik karakterler olmasaydı gelişemiyordur belki de. Picasso da sentetik kübizm denilen döneminde tuvalin üstüne bazı nesneleri yapıştırma fikriyle denemeler de yaptı ama dediğim gibi o bunu fazla abartmadı.

        (Bu arada Picasso gibi önemli ve devrimci bir sanatçı sadece tek bir yazıyla bırakabilecek gibi değil. Bir başka yazıda onun, her ne kadar çok da sevimli olmasa da, özel yaşamını da anlatmayı düşünüyorum.)

        Diğer Yazılar