Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Eskiden katıldığım davetlerde sadece siyaset ya da ekonomi ile ilgili mevzular olunca dikkat kesilir ve mutlaka dahil olurdum.

        Son zamanlarda futbolla ilgili konulara da epeyce bir ilgi duymaya başladım.

        Tabii doğuştan gazeteci olunca da… Diğer alanlarda olduğu gibi futbolda da haber değeri olan bir husus olunca atlıyorum üzerine.

        Duydunuz veya duymadınız bilemiyorum... Galatasaray Emlak Konut’a Florya tesislerinin tapusunun kendilerine devredilmesi için bir kez daha başvurmuş.

        Bir kez daha diyorum çünkü önceki yıllarda da sarı kırmızılı takım bu konuda girişimlerde bulunmuş.

        Yazıldığına göre mevcut kulüp yöneticileri 120 milyon TL karşılığında Emlak Konut’tan Florya’nın tapusunu almanın peşindeymiş.

        Alsınlar itirazım yok.

        Nihayetinde Florya Tesislerinin Galatasaray için tarihi bir özelliği var. Kulüple özdeşleşmiş bir tesis...

        Ancak naçizane bir tavsiyem var... Eğer Galatasaray’a böyle bir jest yapılacak ise bundan en önce Fenerbahçe’nin hakkı teslim edilmeli!

        -Bugüne kadar olmaması bile büyük garabet ayrı konu- Şükrü Saraçoğlu’nun tapusu gerçek sahibine yani kulübün kendisine devredilmeli.

        Bu arada bildiğim kadarıyla Galatasaray'ın tapusuna talip olduğu Florya Tesislerinin arazisi gerçekten de kulübe ait bir arazi filan değil.

        Sanırım hazine malı ve GS’ye vaktinde tesis için tahsis edilmiş bir arazi...

        Ama Şükrü Saraçoğlu’nun arazisinin öyküsü bambaşka!

        Evet... Kayıtlara göre yani tapuya göre devletin ama esasta değil!

        “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim...

        Ben de hikayeyi kulübün eski yöneticilerinden ve vaktinde bu konuyla bayağı bir alakadar olmuş iş adamı Hamdi Akın’dan öğrendim.

        Hikaye biraz uzun ve karmaşık tabii ama en yalın ve anlaşılır biçimde sizlere aktarmaya çalışacağım...

        Arazinin tapusu aslında kulübün. Ancak 1961-62 yıllarında o günün kulüp yöneticileri maddi olarak zorlandıklarından ihtiyaç duyulan stadyum için devletten destek talep ediyorlar.

        Ve tabii karşılıksız da olmasın diye; arazinin yarısını hibe etmeyi öneriyorlar...

        Ama o gün bu işlere bakan yetkili kurum BTMG yani Beden Terbiye Genel Müdürlüğü niyeyse yapılacak stadyum için arazinin tamamının kendilerine ait olması gerektiğini söyleyip, diğer yarısını da “intifa hakkı” karşılığında satın alma teklifi getiriyor.

        Ve bu teklif, yapılan olağanüstü genel kurulda o dönem bazılarının şiddetle itiraz etmesine rağmen kabul ediliyor.

        Ve arazinin yarısı hibe yoluyla diğer yarısı da 2.500.000 TL karşılığı devlete geçiyor...

        Ve BTMG 4 yıl sonra teslim edilmek üzere 40 bin kişilik bir stadyum yapacağını taahhüt eden sözleşmeyi imzalıyor...

        Ama 4 yıl sonra teslim edilecek stadyum ancak 16 yıl sonra teslim edilebiliyor.

        Ediliyor ama herhalde o dönem kurumun başındaki kişiler aşırı Fenerbahçe düşmanı falan olsa gerek, teslimde de “intifa” hakkından vazgeçilsin diye binbir türlü zorluklar çıkartılıyor.

        Örneğin; “Stadı teslim ederiz ama bizim önereceğimiz 52 kişilik personeli istihdam etmeniz şartıyla!” gibi bir yığın saçmalık dayatılıyor.

        Neyse... Tabii devletin gücüyle başa çıkılmasının mümkün olmadığını anlayan yönetim sonunda pes ediyor ve kulüp üyelerinin gerçek görüşünü yansıtmayan küçük bir topluluğun yaptığı alelacele bir genel kurulla 70 yıllık intifa hakkından vazgeçiliyor!

        Ve şaka gibi ama o karar itibarı ile Fenerbahçe kendi arazisinin üzerinde resmen kiracı olarak anılıyor ve hibe ettiği arazinin karşılığında devlete her yıl kira ödemeye başlıyor...

        (Hikayeyi başından sonuna anlatan tüm yazışmaları/belgeleri de dikkatinize sunuyorum…)

        Sonra ne oluyor peki?

        Uzun yıllar bu durum böyle devam ediyor ancak 1999 yılında Marmara Bölgesi’ni alt üst eden 17 Ağustos depremi yaşanıyor.

        Ve tabii devletin inşa ettiği birçok kurum, kuruluş, okul, hastane gibi Şükrü Saraçoğlu’na yaptığı stadyumun da çürük olduğu anlaşılıyor.

        Ve depremde ağır hasar aldığı tespiti üzerine yıkımına karar veriliyor…

        O dönemki yönetim tarafından bir süre bir şey yapılmıyor…

        Ancak 2001 yılında Aziz Yıldırım ve ekibi iş başına gelir gelmez çürük stadyumun yıkılıp, yerine yenisinin yapılması için kollar sıvanıyor.

        Karar çıkıyor yeni stadyum için ve bildiğiniz gibi de devletin eski yaptığı stadyum yıkılıp yerine çok daha konforlu, sağlam, modern ve donanımlı bugünkü stadyum inşa ediliyor.

        Bu arada da tabii Aziz Başkan, “mekanın esas sahiplerine mekanın tapusunun geri verilmesi” konusunda mücadele etmesi için As Başkan’ı Hamdi Akın’ı görevlendiriyor.

        İşte o görevlendirme sonrası verilen mücadeleyi bizzat dinledim Akın’dan...

        İnanamadım.

        Çalmadık kapı bırakmamış.

        Mesela dönemin Gençlik ve Spor Bakanı Fikret Ünlü… “Yüz yüze görüşmelerimizin sayısını hatırlamıyorum” diyor ve her görüşmelerinde de rahmetli Ünlü’nün; “Çok haklısınız! Bu arazinin tapusunun kulübünüze devrolması bir haktır” dediğini ama olsun diye tek bir somut adım dahi atmadığını aktarıyor...

        Özetle değerli okurlarım…

        Madem laf Galatasaray’dan ve Florya Tesisleri ile ilgili yaptığı müracaattan açıldı... Eh yeri geldi Fenerbahçe’ye yapılan haksızlığı hatırlatalım ve Stadyumun arazisinin Fenerbahçe’ye geri verilmesi konusunda haklı çağrımızı yapalım!

        Niye haklı çağrı diyorum onu da açayım yazıyı bitirmeden...

        Haklı çünkü nihayetinde devlet o arazinin tapusunu sağlam bir stadyum yapmak için almış.

        Yapmış ama çürük yapmış!

        Yıkılmış ve yerine yenisi ve kulübün kendi kasasından, devletten tek kuruş almadan yapılmış!

        Şimdi o çürük stadyumun yerinde yeller esiyor ama ne komik bir durum ki o arazi hâlâ devletin göründüğü için… Fenerbahçe’nin kendi bütçesi ile kendi arazisi üzerinde yapmış olduğu stadyum için bir de devlete tonla kira ödüyor.

        Ben Fenerbahçe camiasının yerinde olsam…

        Şu hikayeyi öğrendikten sonra... Yıllar yıllar evvel dedelerimden kulübüme miras kalmış bu arazinin derhal kulübüme devri için ortalığı ayağa kaldırırdım!

        Haksız mıyım?

        *

        Zenginlik değil sorun! Tatminsizlik!

        Türkiye'deki zengin muhafazakarların yaşam biçimleri konusu daha önceleri de gündeme geliyordu…

        Ancak son zamanlarda bu konu üzerine yapılan tartışmalar sıklaşmaya başladı…

        Bunun da nedeni zengin muhafazakarların kutlama günlerinde yaptıkları organizasyonları sosyal medya hesaplarından en açık biçimde sergilemesi…

        Esasında bu konuya girmezdim… Zira ben de; “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” atasözünde olduğu gibi bir duruma düşmek istemem… Ama dün Twitter'da gezinirken denk geldiğim bir videoyu alıntılayıp yaptığım yoruma o kadar ilginç ve değişik tepkiler geldi ki…

        Şaşırdım açıkçası ve bundan dolayı bu konuyu ele almak istedim.

        Önce videonun konusunu ve yaptığım yorumu aktarayım kısaca.

        Bir “Hoş geldin” partisi… Kuzenler uzun zamandır Londra’da yaşayan bir kuzenin yurda dönüşünü kutluyorlar.

        Çok lüks bir otelde yapıldığı belli olan bu kutlamadaki şatafat, lüks hakikaten de izleyen herkese; “Yuh!” dedirtiyor.

        Yalan söylemeyeceğim ben de dedim ilk anda… Çünkü gerçekten de son derece sade bir biçimde yapılabilecek bir “Hoş geldin” kutlamasıyla resmen görgüsüzlüğün dibine vurulmuştu.

        Tabii o “Hoş geldin” partisindeki kuzenlerin tamamımın örtülü olmasından kaynaklı eleştirilerin çoğunluğu İslami muhafazakarlık vurgusu üzerinden olmuştu.

        Yani eleştirenler kuzenlerin şatafat ve lüks içerisindeki yaşam biçimlerini sergilemelerini dindar kimliklerine bağlıyordu.

        Bence yanlış bir yaklaşım.

        Neden?

        Ee çünkü bu yaklaşım şekilci bir yaklaşım.

        O “Hoş geldin” partisindeki kadınlar ya da Sağlık Bakanı’nın Müşaviri Ahmet Emin Söylemez’in eşi Büşra Nur Çalar’ın padişah kızlarını dahi kıskandıracak bebek mevlidini muhafazakar olmayan biri yapmış olsaydı tepki daha mı az olacaktı?

        Tabii ki değil.

        Kesinlikle aynı olacaktı çünkü sorun muhafazakar ya da değil…

        Kim ya da kimler sahip olduğu zenginliği göstermek için şatafatını ve lüksünü milletin gözüne sokarak yaşıyorsa bunlar toplumun büyük kesimlerinden bir biçimde reaksiyon alıyorlar.

        Çünkü sorun esasında muhafazakarlık ya da zenginlikleri değil.

        Sorun görgüsüzlükleri…

        Son günlerde ana haberlerin bile gündemine konu olan bazı muhafazakar zenginlerimizin çeşitli konulardaki acayip kutlamalarına ilişkin videolu paylaşımlarını da buradan okumak lazım.

        Zenginler ama sahip oldukları bu zenginlikle kendi içlerinde tatmin olamadıklarından tatmin için her şeylerini dışarıya sergilemeyi marifet sanan bu insanlara acımak lazım aslında!

        Çünkü çok paraları var. Çok zenginler. İnanılmaz bir maddi güce sahipler ama toplum içerisinde hakikatli bir itibara sahip olmak için en önce görgülü ve mütevazı olunması gerektiğini bilmeyecek kadar büyük bir acziyet içerisindeler.

        Diğer Yazılar