Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Eski adıyla Cassius Clay, kendi seçimi Müslüman adıyla Muhammed Ali’yi bilirsiniz.

        Muhtemelen seversiniz de.

        Çocukluğumuzda ister istemez kimlik özdeşleşmesiyle her yumruğunda heyecanlandığımız, her düşüşünde perişan olduğumuz, her nakavt edişinde elimizi havada bulduğumuz yeniden yeniden Dünya Boks Şampiyonu Ali.

        Onun “askere gitmeme” yani “Vicdani ret” mücadelesini bilir misiniz?

        Belki bilirsiniz.

        Bilmiyorsanız, yarı-belgesel niteliğinde yenice bir filmi tavsiye ederim.

        Üç Oskarlı tek “aktör” Daniel Day-Lewis’i dünyaya tanıştıran, hikayesi Hanif Kureyşi’ye ait “Benim Güzel Çamaşırhanem”den beri, Kraliçe, Tehlikeli İlişkiler gibi filmlerle tanınan İngiliz yönetmen Stephen Frears’den:

        Muhammed Ali’nin En Büyük Dövüşü!

        ***

        Ali’nin bundan yarım asır kadar önce sonlarında “ABD devleti” ile yıllarca süren kavgasının hikayesi.

        Vicdani retçi olarak askere gitmeyi reddediyor; üstelik savaş zamanı. Vietnam istilası sırasında.

        Beyaz kamuoyunda zaten siyah olduğu için, ama onu destekleyen büyük bir kitle dışında kimi siyah arasında bile Müslüman olduğu için, hepsinden önemlisi ABD’deki askerlik-savaş histerisi yüzünden “hain” ilan ediliyor.

        Sadece 5 yıl hapis yemekle kalmıyor; unvanları alınıyor, boks hayatı bitiriliyor.

        Film, davanın Anayasa Mahkemesi’ne gittikten sonraki seyrine ait. Biraz hukuk dersi.

        Önemli oyuncuların canlandırdığı yüksek mahkeme üyeleri ile genç yardımcılarının ilke mücadelesi.

        İnançlar ve inançsızlıklar, her tür savaş karşıtlığı bağlamında “Vicdani ret”in hikayesi!

        Hakim fikirlere, egemenlere, devlete, savaş makinesine karşı insan hakları ve hukukun, insanın büyük bir zaferi!

        ***

        Uzunca aktardım, çünkü hikayeyi biliyorsanız, Ali’nin “Kelebek-arı” zamanlarını sevmişseniz, hele bir de siyahi-Müslüman kimliğine sempati duymuşsanız…

        Bu vakada Ali’nin yanında yer alırsınız mutlaka!

        ***

        Pekiyi, mesela neden Necip Fazıl’ın yanında da yer alamıyorsunuz, yer alamıyoruz?

        Neden bir Necip Fazıl ve diğer vicdani retçiler de bizim için önemli olamıyor?

        Necip Fazıl Kısakürek’e tapan bir iktidar ve asgari yüzde 50 millet devrinde bile, iktidarın başlangıcında askere alınıp canına okunan, böcek gibi görülen, dini inancından ötürü aşağılanan Necip Fazıl Kocaoğlu, 12 yıldır devletin ve TSK’nın azılı düşmanı gibi görülüyor, beş kez hapsediliyor, işkence ve eziyete maruz kalıyor; bir süredir firarda, kimliksiz, parasız, aç ama onuruyla ayakta durmaya çalışarak, “birkaç iyi insan” desteğiyle yaşamaya çabalıyor.

        “Benden daha önemli şeyler var. Bir ayağa kalkmadım, ona yanarım. Nasıl bir şeymiş bu askerlik. Ele geçirmişler, nefes aldırmıyorlar” diyor.

        Başkaları bir yana, karısı başörtülü diye bir astsubayın küçük kızıyla birlikte kış gecesi “askeri tesis”ten kovulduğu, inancından ötürü vicdani retçi Necip Fazıl’ın bile “hain” sayılabildiği bir muhafazakâr devir!

        “Her Türk’ü asker doğurmakta” kararlı…

        Ama “her askeri teferruat saymakta” da inatçı militer-demokrasi!

        25 canın sonucuna katlanın!

        Şimdi size “cesur” bir mahkeme ifadesinden özet.

        Hiçbiri vicdani retçi olmayan, elbet asker doğmayan ama asker ölen, paramparça olan 25 insanın davasından.

        Patlama yerine bilirkişinin bile gitmediği, sanık komutanların serbest dolaştığı, duruşmaya lütfetmediği, askeri birlik içindeki bağımsız mahkemeyi aynı birlik içinde başka binadan izlediği, sanığın, savcının, hakimin hep subay olup emir komutaya bağlı bulunduğu “bağımsız” mahkemede, Astsubay Hasan Akıska’nın verdiği ifadeden:

        ***

        Patlama günü izinliydim. Bölük komutanımıza depolarda yer olmadığını ilettik. Yeterli zaman verirseniz yavaş yavaş yapabiliriz dedik. Mühimmat Komutanlığı'na bildirdi. Yeni bölük komutanı Ali Binbaşı 'O iş bitecek' dedi. Riskli olduğunu söyledim. Kontrolleri yapılmayan mühimmat da vardı.

        Patlayan depo sorumluluğumdaydı. Sandıklar 1950’den kalma ve farklı boyutlardaydı. 5 depodan çıkan mühimmat 2 depoya sığdırıldı. Bunu defalarca söyledik. Bizi anlamayan komutanlar sonucuna katlanmalı. Gece çalışma yapılacak durum da yoktu. 50- 100 kilo ağırlığındaki sandıkları askerler taşıyordu. Askerleri benden izin almadan istirahat için sürekli uyarırdım

        Afyon’da yaklaşık 4 depo mühimmat imhası için emir bekleniyor. Neden imha edilmediğini anlamadım. Nasıl her şeyi açıklıkla anlatıyorsam, herkes delikanlı gibi çıkıp anlatsın. "

        ***

        Savcı Albay “tanık”a, o bir alttaki olduğu için ne dedi biliyor musunuz:

        “Tanık da olsa, üstüne saygı ve hürmet yükümlülüğünü ortadan kalkmaz! Buraya(mahkemeye) gelecek personel uyarılmalı!”

        Doğru ya, ölenler ast olduğu için, astsubay ve er olduğu için, onlara esaslı bir saygı ve hürmet yükümlülüğü yoktur!

        Fakat onların ruhları bile, paramparça, izlerken bu sahneleri, esas duruşta durmalıdır!

        Diğer Yazılar