Rumeli Feneri'nde bir gün
Burası Marmara Denizi'nin bittiği, Karadeniz'in başladığı nokta. Havası, balığı güzel.
Rumeli Feneri’yle ilk tanıştığım zamanı hatırlıyorum; karlı bir kış günüydü, yollar kapalı... İstanbul’da kar-kış keşmekeşi yaşanıyordu, ben de bu kargaşadan kaçmak için yollara düşmüştüm yine. Avare günlerimden biriydi kısacası. “Bugün ne yapmalı, nereye kaçmalı?” derken, ormanın içinde kıvrıla kıvrıla giden asfalt yoldan Rumeli Feneri’ne gitmiştim. Karşıma çıkan manzara bir film karesi gibiydi.
O gün bugündür, hangi mevsim olursa olsun, “Nereye kaçsam?” dediğimde sığınacak limanlarımdan biridir Rumeli Feneri. Sahilde yürürüm, fenerin hemen yanındaki restoranda oturup dalgaların küçük limanı ve dalgakıranı dövüşünü izlerim, çınar altındaki kahvede sobanın başında saatlerce otururum... Geçtiğimiz hafta yine böyle bir günde yoldayım; Sarıyer’den Rumeli Kavağı’na, oradan Garipçe’ye ve nihayet Rumeli Feneri’ne varıyorum. Hava güneşli olduğu için bu defa kahvenin önündeki masalardan birine ilişip sohbeti dinlemeye başlıyorum. Aslında buna sohbet demek doğru mu bilmem; coşkulu, yüksek sesle tartışır gibi konuşuyorlar. Sesler birbirine karışıyor, arada sataşmalar oluyor. Karadeniz insanının coşkusu hâkim muhabbete.