Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Geçen hafta bu gazetede Güntay Şimşek büyümesiyle insan kaynakları kalitesi ters oranda ilerleyen Türk Hava Yolları üzerine arka arkaya yazdı. Şimşek’in aktardığı bazı yolcu şikayetlerine ben de kendimi ekleyebilirim. Özellikle de “Çağrı merkezi aradığınızda çözüm üretmektense daha fazla sorun çıkartıyor,” tespiti. Geçenlerde THY sitesinden aldığım bileti değiştirmek istediğimde telefondaki yetkili—bu işlem sadece şube ve telefondan yapılıyor—bana bilet satış merkezine gitmemi önerdi, çünkü bileti Şanlıurfa’da bir acenteden aldığımı iddia ediyordu.

        Türkiye’de değişim umudu arzusu içinde olanların büyük beklentisi özellikle devlet kurumlarındaki atamalarda liyakatin yeniden devreye sokulması. İnsanın Türkiye’yle bağı olup da yolunun devletle kesişmemesi imkansız, bu yüzden kadroların özellikle son 10 yılda işinin ehli olmayan kişilerce doldurulması yüzünden işleyişinin aksadığına tanık olmuştur.

        Türkiye’de nepotizm AK Parti’yle başlamadı, ancak özellikle son 10-12 yılda norm oldu. Bundan sonra da bitmeyecek. Akraba kayırmacılığı bitse hemşehri kollayıcılığı sürecek. Dahası, hem Türkiye’nin hem de dünyanın içinden geçtiği şartlardan dolayı yüzde yüz liyakate inanan bir iktidar olsa da bunu hayata geçirmem pek mümkün olmayacak. Zira elimizdeki insan malzemesi giderek daha kötüleşiyor.

        İNSAN KALİTESİ DÜŞÜYOR

        Bu karamsarlığımı Bülent Eczacıbaşı’nın “Aklımızda Bulunsun: İş İnsanları için Denemeler” kitabı daha da artırdı. Dünyadaki belli kurumlar gibi Türkiye’nin büyük şirketlerinin özellikle insan kaynakları konusunda yıllar içinde oluşturulmuş değişmez işe alım kriterleri vardır. Belli okullarda okumak, belli bir not ortalamasıyla mezun olmak, ama diploma ve not ortalamasının ötesinde de bir parıltı göstermek gibi şartlarla kapıdan girer ve kendinizi kuruma teslim edersiniz.

        Bu durum McKinsey’de de Bloomberg’de de, Koç’ta da ve tabii ki Eczacıbaşı’nda da böyledir. İstikrarlı bir şekilde başarılı olan bu kurumların sırrı insana yatırım yapmak, daha da önemlisi kime yatırım yapılacağını da iyi seçebilmeleridir. Bu yüzden bugün iş dünyasında bir “Koç kültürü”nden bahsedilir.

        Bülent Eczacıbaşı’nın kitabından anladığım iş hayatına atılan her yeni neslin bir öncekine kıyasla biraz daha fazla eksikle geldiği. Eczacıbaşı çok kibar bir insan olduğu için ben satır aralarından anladığım şikayetine tercüme olayım: İnsan kalitesi giderek düşüyor.

        Geçtiğimiz aylarda Cüneyd Zapsu da yeni kuşağın sadece “influencer” olmak istediğini, nitelikli eleman bulmakta zorlandıklarını söylemişti. Benzer bir durum medya için de geçerli. Birbiri ardına açılan üniversiteler nitelikli mezun yetiştirmediği gibi arka arkaya kurulan haber kanalları, haber siteleri de sektöre gazeteci yürütemiyor.

        Ben herhalde medyanın aynı zamanda bir eğitim kurumu olarak da işlev gördüğü dönemin son ürünü sayılabilirim. Zira önce Mehmet Ali Birand’ın sonra Tuğrul Eryılmaz’ın kapısını çaldığımda aklımda sadece öğrenmek vardı, para ya da şöhret çok sonra aklıma geldi. Gazetecilik yapmak istiyordum, ama nerede gazetecilik yapmak istediğimi de biliyordum. “32.Gün”de gazeteciliğe başlamak Koç Grubu’na girmek gidiydi o yıllarda.

        ENTELEKTÜELİN SORUMLULUĞU

        İnsanın medyada belli bir konuma geldiğinde de kendini geliştirmesinin bitmediğini o temel eğitim yıllarında, bu ekollerden öğrendim. Bu duruma en güncel örnek Serdar Turgut’un bir süre önce yayımlanan “Kütüphanemdeki Sesler” kitabı olabilir. Turgut sadece Türkiye’nin en ünlü köşe yazarlarından biri değil, aynı zamanda hem eğitim ve hem de birikim olarak bu ülkedeki en donanımlı isimlerden biri. Bu mesleğin en üst kademesinden çalıştıktan sonra onun yaşına ve konumuna gelmiş bir insanın “emeritus” makamına çekilip sakal uzatması, belki 20-30 sene önceki yazılarını yayımlaması beklenir.

        Ancak o kendi entelektüel merakı ve takıntılarının sonucu, dinlediği bir caz şarkısından yola çıkarak kitaplara dalıyor. O kitaplar onu caza, post-modernizme, çağdaş sanata, California’da çöle, fotoğrafları okumaya, café toplumuna, belle epoque’un uzun vadeli etkilerine, hatta Paris’in kanalizasyonlarına götürüyor. Başta birbirinden bağımsız gibi duran küçük parçalar toplandığında da resim netleşiyor. Kitaplar hakkında bir kitap denebilecek bu çalışmanın amacı entelektüel bir görev, aydının topluma karşı sorumluluğunun, sürekli geri vermesi gerektiğinin bilincinde olmasının ürünü. Yazarların sürekli üretmeleri, okurun hep birkaç adım önünde olmaları, yol göstermeleri tercih değil zorunluluktur. Yazarın topluma yazmaktan başka sunabileceği bir katkı da yoktur.

        İş adamları topluma borçlarını daha farklı şekillerde de ödeyebilir. Kültür-sanat faaliyetlerindeki öncülüğünden Bülent Eczacıbaşı bu sorumluluğu fazlasıyla yerine getiriyor. Ama nasıl ki Serdar Turgut’a yetmiyor, Eczacıbaşı da bununla yetinmiyor.

        ASIL TEHLİKE

        Cehalet öyle bulaşıcı ki olabiliyor ki Eczacıbaşı bir ara kendisini “Aynen… Aynen…” diye konuşurken bulduğunu dehşet içinde yazıyor. “Aklımızda Bulunsun” bir anı kitabı değil, ama içinde kendi iş hayatından ilham olabilecek küçük anekdotlar da var. Asıl işlevi ise iş hayatına atılabilecek birine okulun dışında da bir eğitim olabildiğini, Eczacıbaşı gibi bir şirkete başvururken kapıdan CV’nin ötesinde de bir şeylerle girilmesi gerektiğini hatırlatmak.

        İkisi de çok okuyan Turgut da Eczacıbaşı da öğrendikleri kendilerine kalmasın istiyorlar. Bu anlamda iki kitap da bir kamusal hizmet. Özünde iki kitabın da hammaddesi başka kitaplar ve elbette insan referans alınan bütün o kitapları da okuyabilir, kendini geliştirebilir. Bu imkansız ihtimal gerçek olsa dahi bu kitaplarla ilgili bir başka okuyanın görüşünü öğrenmek, bu kitapların onlarda nasıl soruları tetiklediğini takip etmek bir entelektüel egzersizdir. Okumak bireysel bir eylem olsa da entelektüel üretim paylaşma, tartışma ve sorgulamayla başlar. Gerek “Kütüphanemde Sesler” gerekse de “Aklımda Bulunsun” özellikle genç nesilde böyle bir merakın olmadığı endişesini dillendirmese de hissettiriyor.

        Genç nesil hayatta kalma ve geçim derdi varken entelektüel derinlik beklentisini haksızlık olarak yorumlayacaktır. Oysa entelektüel derinlik olmadan hayatta kalma ve geçim derdine kalıcı ve somut bir çözüm bulmak mümkün değil.

        Endişe edici olan entelektüel merakın sadece en tepede, C-Suite’lerde canlı olması. Alta yayılmaması, tepedeki kuşak emekli olduktan sonra sistemin de çökeceğine işaret. Bu meraksızlık, entelektüel kuraklık genç nüfusa sahip bir ülke için de kıyamet demek, zira bu büyük şirketlerin verimliliği ve başarısı doğrudan Türkiye’nin ekonomisiyle ilgili. (Bu durumu medyada yaşadık.)

        Mevcut kalitesizliğe karşı teorik kitaplar okuyarak insanın kendisini koruması da bir yere kadar, arkada aşağı çekmek isteyen bir Türkiye kuyusu zaten hazır. Yıllar önce, bu durumu Mine Koşan’ın bir türküsüne televizyonda sürekli maruz kalıp bir süre sonra sevmeye başladığını kendisindeki entelektüel deformasyonun ilk göstergesi olarak yazmıştı Serdar Turgut. Şu anda hepimiz, geçmişten daha da fazla Kral TV seviyesine teslimiyetin eşiğindeyiz.

        Diğer Yazılar