Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Beyaz perdenin ölüm ilanı

        Bu senenin benim için en akılda kalıcı hatıralarından biri sadece tek bir film izlemek için Los Angeles’a gitmemdi. Aslında film izlemek bahaneydi. Zaten “One Battle After Another” dünyanın pek çok yerinde aynı anda vizyona girdi, özellikle çok uzaklara gitmem gerekmiyordu. Ama film altı ayrı format’ta vizyona girdi, sadece dört sinema salonundaysa artık pek tercih edilmeyen VistaVision projektörlerle gösterildi. Ayrıntılarından daha önce bahsetmiştim. Bu salonlardan biri Los Angeles’taydı.

        Filmi özellikle sinemanın şehri Los Angeles’ta izlemek istedim çünkü şehirdeki bazı salonlarda geleneksel olarak insanlar jeneriğin bitimine kadar oturuyorlar, vizyonda arkadaşlarının adı—set işçisi ya da kuaför asistanı bile olabilir—geçince alkışlıyorlar. İçeriğinden önce teknik ayrıntılarıyla konuşulan bir filmi izlemek için dünyada daha iyi bir şehir olamazdı. En azından bildiğim L.A. böyle bir yerdi. Eskiden.

        “One Battle After Another” için Warner Bros. stüdyosu tam dört gün boyunca batmaktan Quentin Tarantino’nun kurtardığı Vista Theater’a projektör koymuş. Ben sadece Pazar gecesi en geç seansa yer bulabildim, koltuklar numaralı olmadığı için de bir saat önceden gidip kuyruğa girdik.

        Kuyruğa girmek de bir Hollywood geleneği ve “Star Wars” gibi filmlerin vizyona girdiği dönemlerden hatırladığımız gibi Amerikalı sinemaseverler için bir gece önceden salonun önünde kamp kurmak sinemaya gitme tecrübesinin olağan bir parçası. Numaralı koltuklar Amerikan salonları için çok yeni bir alışkanlık ve Vista’da yerler önce gelenin.

        Los Angeles’a gitmek, sıraya girmek, yer kapmak, arkadaşım mısır alırken yeri tutmak, fragman ve reklam olmadan filmi izlemek, sonunda “American Girl” çalarken herkesle birlikte şarkıya eşlik etmek, çıkışta filmden konuşmak—bir de film çok iyi çıkmadı mı? Eskiden sıradan gibi gözüken bu gibi tecrübeler artık ancak çok sınırlı bir kesimin ayrıcalığına dönüşüyor. Halimize baksanıza: Size sinemaya gitmeyi, kuyruğa girmeyi falan anlatıyorum.

        AMERİKAN ALIŞKANLIĞI

        Dünyanın içinden geçtiği ekonomik belirsizlikte birçok insanın kendi şehirlerinde bile sinema salonlarına gidemediğini biliyorum. New York ve Los Angeles gibi şehirlerde bir sinema biletine 25 dolar vermek gayet sıradan artık. İstanbul’da 450 TL’yi buluyor biletler. Dört kişilik bir aile, hele bir de mısır, içecek falan aldıklarını düşünün, nasıl bu masrafın altından kalkabilir?

        Öte yandan, sinemaya gitmek Amerika’nın genelinin belki de yegane eğlence seçeneği. Tam bir çalışan sınıf eğlencesi. Los Angeles’la New York arasında koskoca bir kıta var bu toprak parçasının çoğu yerinde yapılacak şeyler çok sınırlı. Ama en ücra taşrada bile insanın kolaylıkla ulaşacağı bir sinema salonu var; giderek sayıları azalsa da.

        Filmlerden de gördüğümüz o Cumartesi gecesi alışkanlığı perdeye gerçek hayattan yansıyor: Beyaz t-shirt’lü genç oğlan kamyonetiyle kızı alıyor, birlikte sinemaya gidiyorlar, sonra filmden çıkıp hamburger yiyorlar ve mısır tarlalarının arasında yıldızları seyrediyorlar. Bir Cumartesi gecesinden aileler kuruluyor, kuşaklar yetişiyor.

        Ehliyet almadan önce, kendi kendine evden çıkıp kızla buluşma yaşına gelmedense AVM’lere giderdi Amerikan gençleri. Bugün pek çok AVM hayalet binaya dönüşmüş durumda. Cumartesi günlerini AVM’de geçiren liseli genç kaldı mı, bilmiyorum. Haksız da değiller, AVM’ye gitmenin, boş boş da olsa koridorlarda dolaşmanın, vitrinlere bakmanın heyecanı kalmadı. Aradığınız her şeyi bir tık’la ekranda buluyorsunuz.

        Yalan da değil, muazzam bir kolaylık. Ama her tıkladığımızda yaşam kültürünü bir parçasını biraz daha öldürdüğümüzü düşünmüyoruz.

        Teknoloji şirketleri, en azından Amerikan gençleri için, önce AVM’ye gitme alışkanlığını ortadan kaldırdı. Sosyalleşmeyen, kız erkek hafta sonu buluşmayan, yüz yüze temas etmeyen gençlerin yaşadığı psikolojik problemler üzerine bir dolu araştırma yapılıyor.

        Şimdi bir de Amerikan hayatlarının bir diğer sacayağı hedefte: Zaten can çekişen sinemalar çok yakında tamamen hayatımızdan çıkacak gibi. Netflix’in Warner Brothers stüdyolarına yaptığı 80 milyar doları aşan astronomik teklif, ekonomik boyutu ve tekelleşme tehlikesini ötesinde, hayatın tam kalbine hançer saplıyor aslında.

        HOLLYWOOD GELENEĞİ BİTTİ

        Sinema zaten can çekişiyordu ama sinemayı gerçekten sevenler insanları salona çekmek için türlü numaralar yapıyordu. Christopher Nolan geleneksel olarak filmlerini ısrarla sadece salonlarda gösteriyor—pandemide bile. İyi film yapıldığında insanlar da gidiyor, “Barbenheimer” yazı bunun kanıtı. Paul Thomas Anderson gibi yönetmenler VistaVision gibi numaralarla bizleri salona çekmeye çalışıyor. Ben de bari imkanlarım var, yaratıcılığı destekleyeyim diye gidiyorum. Ama çok çok küçük bir azınlığın parçası olduğumu da biliyorum.

        Sinemayı Vista Theater’da film izlemek isteyenler kurtarmayacak, ancak insanlar eskisi gibi salonlara akın ettiğinde, film izlemenin kolektif bir tecrübe olduğunu yeniden hatırladığında kurtaracaklar. Ama bunun için de insanları salonlara çekecek filmler yapılması gerekiyor.

        Tarihsel olarak Hollywood sekiz ayrı stüdyo sitemi üzerine inşa edilmişti. “Casablanca”dan “The Conversation”a sinema tarihini değiştiren filmlerin hepsi bu stüdyolardan çıktı. Sistem epey bir süre en az altı farklı stüdyonun rekabetiyle ilerledi. Film başladığında elinde fener tutan kadını falan görüp heyecanlanıyoruz ya; o her bir başlangıç jeneriği ayrı bir ekolü temsil ediyordu.

        Son yıllarda stüdyo sayısı azaldı, şirket evlilikleri arttı, büyük balıklar küçük balıkları yuttu. Fox’un sahibi Disney mesela, MGM’i Amazon satın aldı. Warner Bros.’a Netflix gözünü dikti.

        Sadece stüdyo sayısı azalmıyor, aynı zamanda sahiplik yapısı da değişiyor. İyisiyle kötüsüyse eskiden stüdyo yöneticileri, Samuel Goldwyn’ler, Jack Warner’lar vs., hayatlarını sinemaya adamış isimlerdi. Şimdi Jeff Bezos’lar var. Yaratıcılıkla değil bilançoyla, rakamlarla, algoritmayla ilgilenenler.

        İşin trajik tarafı üzerinden onlarca sene geçse de hala MGM’in, Warner’in yaptıkları filmleri izliyoruz, hatırlıyoruz. Bugüne kadar Netflix’in hayatın ve tarihin akışını değiştiren tek bir filmi bile olmadı.

        Elbette Hollywood da tarih boyunca berbat filmlerin yapılmasına onay verdi, başyapıtları raflarda bekletti. Ama bazen, bazı yöneticiler sadece kendi iç seslerini dinleyerek gişede riskli olabilecek yapımlara onay verdi. Sonra bu iç ses sayesinde “The Godfather” ortaya çıktı mesela.

        “Seinfeld” bugün bir Netflix dizisi olsaydı beş bölümlük ilk sezonundan sonra çöpe atılırdı. NBC’de gösterildiğinde hemen hemen hiç rating almamıştı, ama kanal yöneticileri arkasında durdu ve 1998’de biten dizi hem hala izleniyor, hem eskimedi, hem de televizyon tarihini değiştirdi.

        ALGORİTMA ANLAMAZ

        Teknoloji şirketlerinin, algoritmanın böyle bir iç sesi, inisiyatifi yok. Netflix’in iş modelinden biliyoruz bunu: Sistem insanı ekrana kilitlemek, bir sonraki bölümü hiç kalkmadan izlettirmek üzerine kurulu. İçerik kalitesi ikinci planda bu platform için.

        Şirketin yöneticisi Ted Sarandos açık açık sinema salonlarına düşman. Hem insanların filmleri evde izlemek istediğini açık açık söylüyor, hem de yapımcılığını üstlendiği filmleri sadece göstermelik olarak, Oscar’a aday olabilsinler diye bir-iki hafta vizyona sokuyor. Oğlunun bir filmi cep telefonu ekranından izleyip keyif aldığını söylemişliği bile var. Bunlar gerçekten kötü insanlar.

        Birçok başka kaygıyla birlikte Netflix’in WB’yi yutması kültürel bir değişimin başlangıcı olarak da problemli. Sabit telefon, uçaklarda sigara içilmesi, bakkaldan misafirliğe gidilecek evi aramak, mektup yollamak gibi sinemaya gitmek de çok ama çok yakın bir zamanda bir başka devrin alışkanlığı olacak. En azından ben teknolojinin olmadığı zamanları ve teknolojinin hayatımızın tam merkezine yerleştiği günleri gören bir kuşağın mensubu olarak zamanında bol bol sinemaya gittim.