Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türkiye’nin en iyi grafik tasarımcılarını saysanız, Bülent Erkmen, eminim listenizin en başlarında gelir. İstiklal Caddesi'ne açılan Akbank Sanat’ta Erkmen’in 1970’lerden beri yapageldiği işlerin bir yeniden kurgulanması, tasarlanması, yerleştirmesi sergilendi, yani bir tür remix’i vardı. Zaten sergisinin adı da Remix idi. Bugün kapanan sergiyi gezmediyseniz şimdi ben size gezdireceğim.

        Akbank Sanat’ın kapısından girer girmez sizi karşılayan Bülent Erkmen’in ta kendisi. Ama afişte yüzünü kapatmış. Kendisiyle tanışmıyorsanız sergide de tanıyamazsınız, çünkü yüzünü kapatmış. Sonra da kapattığı diğer yüzlere geçiyor. Kendini göstermeden işlerini göstermek ister gibi… Kitapların isimleri kapatılmış, dergilerin kapakları. Hatta bakışlar ve eller de kapalı.

        REKLAM

        Sergi salonu dev bir labirent gibi. Hani şu “ormana ulaşmak için hangi yolları takip edeceksiniz” bulmacalarına benziyor. Daracık ve karmaşık. Bir de üstelik her bölümde ayrı bir ses kakafonisi var. Sanki sergi üzerinize üzerinize geliyor. Girdiğiniz bölümü karıştırıp bir daha giriyorsunuz, duyduğunuz sesi bir kaybediyor, tekrar duyuyorsunuz. Yani güçlü bir sıkışmışlık duygusuna sokuyor sizi Bülent Erkmen. Birinci kattan ikinci kata tırmanan merdivenlerdeki nefes nefese solumaları takip ederek yolunuzu buluyorsunuz. İkinci kattaki harfler ve sayılar sizi başka bir oyunun içersine sokuyor. Harflerden ve sayılardan siz de bir oyun çıkartmaya ve o oyunun kurallarını çözmeye çalışıyorsunuz. Derken karşınıza Nuri Bilge Ceylan, Hırant Dink, Bertold Brecht gibi başka yerlerden tanıdıklarınız çıkıyor. Sanki bir kulaktan kulağa oyunu, Bülent Erkmenin kurgusu. Bu işin, bir öncekiyle ortaklığı var, aynı zamanda bir sonraki işe de bir ipucu veriyor. Yani ‘Yinelerken Yeniliyor’ işlerini Bülent Erkmen. Zaten sergi süresince düzenlenen çeşitli sanat dallarından konuşmacıların konusu da “Yinelerken Yenileme: REMIX” idi.

        Serfiraz Ergun: Nedir Remix?

        Bülent Erkmen: Sinema konusundaki konuşmacımız: “Olmuş olana tepkidir Remix” dedi. Çok doğru. Bizim verdiğimiz tepki yeniyi oluşturuyor. Yaptığım işlerden bazen işlerin kendilerini olduğu gibi kullanarak ya da zaman zaman işlerimin parçalarına farklı roller biçerek, farklı ilişkiler kurarak, yeni işler yapıyorum. Serginin remix olma hali, yapılmış benim eski işlerimle yeni bir kurgu yapmak.

        REMIX’İ GEZİYORUZ

        SE: Sergiyi siz anlatsanıza…

        BE: Tam girdiğiniz zaman izleyiciyi ben karşılıyorum. Benim kişisel sergilerim karşılıyor, yani bu sergi için yapılmış bir iş yok. Ben sergi için iş yapmam zaten. Retrospektif sözcüğünden de hoşlanmam. Burada bütün işler birbirleriye konuşuyorlar, ilişki kuruyorlar. Yapmak istediğim ve yaptığım şey şu; o labirentlerin içine ben işlerimle bir şehir kurdum. Şehrin içinde işler arasında kurduğum ilişkilerle bir mahalle kurdum. Komşuluklar oluştu. Ne oldu mesela, benim yüzümü göstermediğim işimle sergi gezenleri karşılıyorum, yüzü görünmeyen Ses filmine geçiyoruz, yüzü görünmeyen başka bir işe geçiyoruz, oradan kapağı görünmeyen bir kitaba geçiyoruz. He işin bir varolma nedeni var. Birisi 20 yıl önce yapılmış, birisi bu sene yapılmış. Onların kendi aralarında bir ilişki kuruyorum. Oradan mesela tek gözüyle bakan işler, ordan ellerin olduğu işler,ordan parmağı kopuk işler, derken elinde kulak tutan bir işe geliyoruz. Vee oradan kulaktan yaptığım kolye ve küpeye geçiyorum.

        REKLAM

        YAPI KURMA SANATI

        SE: Labirent çizgileriyle kufi yazıların arkadaşlığı?

        BE: Kufi yazıyı kullandığım Paris, Berlin işlerinden, labirent oyununu kullandığım yastık projesine, oradan kufi harfler ve labirent imgesiyle basılı bir fincana, oradan bir dövmeye, dövmeden bir film afişindeki kuş döğmesine, oradan Orhan Pamuk’un Caz Festivali’ndeki kuşuna, oradan Frida Kahlo’nun güvercinine, oradan bir tiyatro oyunu olan Kuşlar Meclisi’ne… anlatabiliyor muyum? Camın içine hapsolmuş arılar dergi kapağından, Fransada’ki Hapisane Gözlemcileri Derneği için yaptığım Inside Outside afişine… İşte böyle gidiyor. Anlatabiliyor muyum? Yani kendi aralarında bağlılıklar, komşuluklar kuruyorlar. ‘Çağlayan’da bir Sivaslılar Mahallesi var’ dersiniz. Bu sergide de ellerin oluşturduğu bir mahalle var gibi… Rakamların ve harflerin olduğu işler bir mahalle oluşturuyor. Akbank Sanat’ın sergileme alanının üst katına çıkarken çizgi çizgi işaretlere , benim sesim nefes nefese eşlik ediyor, sizi o çizgilerden oluşan bir afiş karşılıyor üst katta. O afişin varolma nedeni , ‘Borders’-‘Sınırlar’ projesi için yaptığım siyasi sınırlar. Topladım, bağladım ve çöpe atın dedim. Anlam dönüşmesi bu. Yani varolma nedenlerinden çıkıyor, başka birşey oluyor. Labirentin başka bir hücresinde farklı zamanlarda yaptığım 4 logodan bir cümle kuruyorum. ‘Hiç’, bir dükkan logosu, ‘Kediyi’, ‘Arama’ birer şirket logosu, ve Leyla, hepsi ayrı ayrı logolar… Labirentin o bölümüne girdiğinizde’ Hiç Kediyi Arama Leyla’ diye bir cümle çıkıyor. Kısacası yaptığım işlerle yeni oyunlar kuruyorum.

        SE: Yapı Kurma Sanatı da buna diyorsunuz zaten…

        BE: Evet, eldeki malzemeleri yeniden sahneliyorum.

        BİR TASARIM ÜRÜNÜ BİR SORUN İLE BAŞLIYOR

        SE: Birisi geliyor sizden bir afiş istiyor siz de yapıyorsunuz. Ben son kullanıcı olarak o afişe baktığım zaman herşeyi, kafamda soru kalmayacak şekilde görmek istiyorum. Siz o afişin tasarımına mı, estetiğine mi, yoksa vermek istediği mesaja mı daha çok önem veriyorsunuz?

        BE: Bir tasarım ürünü yapmak için mutlaka bir sorunun bir problemin olması lazım. Tasarım, o problem veya soruya verilen cevaptır. Genel olarak ben, o sorunun veya problemin içinden çıkartırım çözümü. Örneğin, Brecht’in 100. doğum günü için benden afiş yapmamı istediler. Ben Brecht’in epik tiyatro anlayışı doğrultusunda “Bu Afiş Bertold Brecht’in 100. Doğum Yılı Nedeniyle Tasarlandı” diye bir afiş hazırladım. Afiş bu, sözcük bu kadar... İsrail Filistin sorunu ve Kudüs şehri nedeniyle benden bir afiş istediklerinde, çok basit bir şekilde eşitlik anlamını yazdım, sonra eşitlik kelimesini bırakıp anlamın üzerini çizdim. Çünkü artık orda eşitlikten söz edilecek bir durum yoktu… Sevim Burak kitapları dizisi yapmıştım, Sevim Burak’ın içinden çıkardım işareti. Biliyorsunuz Sevim Burak konuşur, yanında Neriman isimli bir daktilosu var o da daktiloda yazar, çıkartır kağıtları, makasla keser, perdeleri kapatır, kestikleri sözcükleri perdelerin üzerine iğneler. Montaj gibi. O sıralar Sevim Burak, yurt dışına gidenlerden bir kalp ilacı ister bir de toplu iğne, çünkü yerli toplu iğneler kıvrılıyor. Bu iğneyi ben işaret yaptım aynı zamanda bu iğneyi Remix sergimin tanıtımında kullandım. Bütün işleri bir iğneye geçiriyorum… Mesela fax çektiğimiz dönemlerde faks ile ilgili benden bir afiş istediler. Konu da mesajdı. Bir boş kağıda Helvetica Bold karekteriyle “The Message is the Fax” yazdım A4 kağıdın başına. Teslim edilecek son gün sabahtan faksla bir kişiye gönderdim. O başka bir kişiye, o başka bir kişiye gönderdi. Akşam 5 oldu, bana geri geldi. Aşağıya doğru inen mesaj bozulmuştu bana geri gelinceye kadar. Gördüğünüz gibi ben hiç birşey yapmadım kendiliğinden lekeleriyle, dokularıyla bir iş çıktı ortaya. Onu ben göndermiştim,bana böyle geri geldi, o da sergilendi. O bakımdan içerik önemli. İçeriği yok saymamalıyız. O zaman afiş, içi boş bir süs olur. Son zamanlardaki tasarım anlayışı biraz öyle. Süsleme, dekoratif görüntüler. İçerik çok önemli.

        REKLAM

        SE:Tasarım alanındaki yaratıcılık öğrenilebilir birşey mi, çalışarak olur mu yoksa yetenek mi?

        BE: Tabii ki çalışmak gerekiyor.

        SE: Nasıl kafa yoruyorsunuz bunları cazip bir şekilde tasarlamak için?

        BE: Benim o sürecim hiç cazip birşey değildir. Bazen arabada çözerim. Arabada giderken hoşuma gider problem çözmek.

        SE: Matematiğiniz iyi miydi?

        BE: Çok kötüydü. Ama bu problem başka birşey, matematikle ilgisi yok. Çözdüğümü uygulamaktan daha hoşuma gidiyor problem çözmek. Önce kafamda çözerim, bir sürü post-it’im var bakın, onlara yazar çizerim, sonra arkadaşlar onu geliştirirler, uygularlar, falan filan. Hiç öyle bir atölyem yok, boyalar fırçalar yok...

        SE: Bütün sergi bir labirentin koridorları arasına kurulmuş ama aslında sizin sanat protiğinizde de labirent çizimlerini bolca yapıyorsunuz. Labirent ne anlama geliyor sizin için problem çözme mi?

        BE: Olabilir, çeşitli nedenleri var, her kullanımda başka nedeni var. Labirente takarım. Mesela metropol afişlerinde, İstanbul, Berlin, Paris, Seul afişlerinde kullanmamın nedeni labirentle maze oyununu birleştirdim. Labirentin tek girişi var, tek çıkışı var. Bu benim şehirlerle olan ilişkim biraz problemli. Ben, genel olarak yaşadığım şehir dahil şehirlere, hatta yaşadığım eve hakim değilim. Ev sahibi gibi hisssetmedim hiç kendimi, misafir gibi hissettim. O yüzden gideceğim yeri hep bularak gidiyorum. Ve bulduğumda da çok seviniyorum. Nasıl anlatayım, yıllar önce Sanat Dünyamız dergisinin, başında Enis Batur vardı, benden 16 sayfada işlerimi göstermemi istediler. Benimle yapılan bütün konuşmaları, röportajları karıştırdım, sayfaların ortasına 4 punto, okunmaz bir biçimde küçücük dizdim. Sonra bütün işlerimi anlaşılmaz bir biçimde küçültüp süs haline getirdim, onlarla da kenar süsleri yaptım. Bu nasıl birşey, kendi sergimde nasıl portremi yüzümü kapatıyorsam, burda da işlerimi kapattım. Yani aslında başka bir iş yaptım.

        SE: Orada da bir remix var.

        BE: Bravo. Bu da aslında işleri yoğunlaştırarak yok etmek. Labirentte işleri görüyorsunuz, görmüyorsunuz, gördüğünüzü sanıyorsunuz, bir daha giriyorsunuz…

        SESLER PEŞİNİZİ BIRAKMIYOR

        SE: Sesleri ne yapacağız, sürekli baskın bir ses var sergi boyunca.

        BE: Evet geveze bir durum var. Bir şey anlatılıyor, her yerde aynı ses var, film sesi var, çınlamalar var, davullar, çocuk bağırtısı var. Birisi yazmış; “kendimi zor dışarı attım” diye. İşte bunu istiyorum. O sıkışıklık, baskı, bunaltı, yani başka birşeye dönüştürmek istiyorum. Güzel fotoğraflar çekilebilir ama bu serginin çekilemez çünkü açı yok. Burada biraz aşırı doz durumu var. 450 iş, seslerin yoğunluğu, işlerin yoğunluğu… Bazı kişişler performans olarak yorumluyor. O da olabilir.

        SE: Size bir iş geldiğinde bilinçli bir müşteriyi mi yoksa teslimiyetçi bir müşteriyi mi tercih edersiniz?

        BE: Her iki durumda da ikna etmeye çalışırım. Bana inanmasını sağlamaya çalışırım. Mesela ticari işlerden söz edeyim, dokuz yıldır Kahve Dünyası ile çalışıyorum. İki ismi vardı Türkçe ve İngilizce ayrı ayrı. Bir kurumun iki ismi olmayacağını anlattım. Güvenle ve inançla kabul ettiler. Etrafındakilerin itirazlarına ragmen İngiltere’de Picadelly’nin göbeğinde Türkçe isimle işyeri açtılar. Bütün herkes karşı çıktı, İngilizlere nasıl ü harfini okutacaksın diye. Yani ikna ederseniz olur. İkna etmeden bastırmak benim tarzım değil zaten. Aksi takdirde affımı rica ederim. Tabii her zaman her iki tarafında aklı başında ve donanımlı olmasını tercih ederim. Süreklilik çok önemli. O zaman daha cüretkar ve parlak işler yapabiliyorsunuz.

        SE: Politik işlerle aranız nasıl? Var öyle işleriniz değil mi?

        BE: Var, çok var.

        SE: Peki, sizin siyasi duruşunuza çok aykırı bir siyasi parti gelse afişini yapar mısınız?

        BE: Eeee..

        SE: Yani duygu ne kadar giriyor sizin profesyonelliğinize?

        BE: Bakın bu konuda böyle hamasi cevaplar vermek yerine işlerime bakarak sonucun görülmesini tercih ederim. Yani işlerim meydanda neyi yapıp yapmadığım. Niye birçok şey var da birçok şey yok. Bugüne kadar hep istediğim işleri yaptım.

        SE: Burdan cevabın ‘Hayır’ mı olduğunu anlamalıyım?

        BE: Evet yani. Bu konuda keskin şeyler söylemekten hoşlanmam, ama şu var, bir dönem Ferit Edgü benim için bir deyim kullanmıştı, ona inanıyorum, “siz bir doktor gibisiniz” dedi. “Yolda birisi düşse kalsa onun siyasi kimliğine bakılır mı?” Ben bir çare bulma gibi sıkıntılı durumda fikir veririm, konuşurum, inanmadığım bir siyasi görüş sahibini de ikna etmeye çalışırım. Ben senle görüşmem demem. İkna edemezsem, olmazsa olmaz. Hakikaten bir doktor tavrıyla bana sorulan her bir soruya, bir ihtiyaca, kendi doğrularım doğrultusunda cevap üretirim.

        SE: Bu genel geçer bir cevap mı yoksa böyle birşey gerçekten oldu mu?

        BE: Tabii tabii olmuştur. Geldiler, konuştum, ikna ettim, olmadı. Ama hiçbir ırk, din, dil, başı örtülü, başı açık hiçbir şeyi reddetmem.

        SE: Peki sizin konunuzla, tasarım ile bitirelim. Siz bugünkü tasarımları yüzeysel buluyorsunuz değil mi? Daha mı vasat buluyorsunuz?

        BE: Ben teknik açıdan bakıyorum, tasarım açısından okuyorum. Ben eskiden tasarım şu hale geldi derdim; buzlukta bekletilmiş vasat bir et çıkartılıyor, çok iyi bir sos dökülerek servis ediliyor, tasarım bu diyordum. Son zamanlarda görüyorum ki bazı işlerde et de yok. Sırf sos tabağa konuyor.

        Diğer Yazılar