Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Eşi Semra’yı yakın zamanda kaybetmiş baba, oğlunun Altınoluk’a gelip “Gel bizimle yaşa” teklifini kabul eder. Birkaç parça eşyayı yanına alıp, oğlu Sedat’ın gelini Aslı ile yaşadığı, İstanbul’un merkezine bir miktar uzak TOKİ konutlarındaki evlerine taşınır. Çevreyi dolaşıp tanımaya çalışır ama kısa süre sonra esas tanımadığının oğlu Sedat olduğunu fark eder…

        Sedat evden uzaklaştıkça hem Sedat’ın kirli, hem de gelini Aslı’nın masum sorunlarıyla daha çok ilgilenmeye başlar. Bir yandan da bize, İstanbul’un çeperindeki toplu konut yaşamı, uzak İstanbullu’nun yalnızlığı, “orta karar hayatlar”la ilgili ipuçları verir…

        Şimdi biz de Metin Celal’e kulak verelim.

        Kitabı okuyunca ilk düşüncem, “Bu hayatlarımız çekilir mi” oldu. Etrafımız çekilmeyen hayatlarla dolu değil mi?

        Kendilerimizinkiler de dahil, çekmemiz gereken hayatlar yaşadığımız bir gerçek. Yaşadıklarımızın yanı sıra bize yaşatılanlar var. İyimser bakışla bunların bir sınav olduğunu, sonunda feraha çıkacağımızı düşünebiliriz. İnsanı umut yaşatıyor, hayatta tutuyor. “Hayatın Ucu”nda yaşananları da tabii ki bu bakış açısıyla değerlendirebiliriz ama günümüz şartlarının getirdiği kaçınılmaz bir hayat olarak da değerlendirebiliriz.

        Özetle söylersek, bütün bu roman, bir şekilde yaratılan yeni şehirlerde yalnız kalmış insanların hikâyesi mi?

        Romanın iki boyutu var. Birincisi dediğin gibi “bir şekilde yaratılan yeni şehirlerde yalnız kalmış insanların hikâyesi.” Sitelerle şehir dışında ya da ucunda kendine has yeni yaşam biçimleri yaratılıyor. Bunu yazmak istedim. Diğer boyut aile içi ilişkiler. “Hayatın Ucu” baba oğul ilişkisi olarak başlıyor ama kayınpeder gelin ilişkisi olarak gelişiyor. Birbirlerini pek tanımayan, birkaç günden fazla hiç beraber olmamış, aslında birbirlerine tamamen yabancı iki kişi akrabalık bağı nedeniyle birlikte yaşamaya mecbur bırakılıyor. Böyle bir durumda neler yaşanır, onu kurgulamaya çalıştım.

        HAYATIN UCU (Metin Celal-Everest Yayınları)
        HAYATIN UCU (Metin Celal-Everest Yayınları)

        “TOPLUMSAL SORUNLAR ORTAYA ÇIKAR”

        Merkezden uzaklaştırılıp çepere mahkûm edilen hayatlar, bizim yeni toplumsal sorunumuz mu?

        TOKİ siteleri ile tanımlanan gelişmenin bizim yeni toplumsal sorunumuz haline geleceği anlaşılıyor. Zamanında birçok ülkede yaşanmış bir aşama bu. Şehir yetmez olunca, kent merkezindeki arsalar değer kazanınca buralarda yaşayan orta ve alt gelir grubu kent dışına, sitelere itiliyor. Bu ev sahibi olmak gibi gönül rızasıyla ya da kendi istekleriyle olabileceği gibi “kentsel dönüşüm” gibi politikalarla zorlayarak da olabiliyor. Kent dışında yalıtılmış ve yalnızlaştırılmış bir çevrede yaşamak, özellikle doğup büyümek de büyük toplumsal sorunlar ortaya çıkarıyor. Bunu İngiltere, Fransa örneklerinden anımsayabiliriz. Bizde de yaşanabilir benzer şeyler.

        Diğer yandan şöyle bir şey yok mu: Mutluluk dediğimiz yaşadığımız alanla mı ölçülü? Ki şehir insanı şehirde ne kadar mutlu acaba?

        “Mutluluk dediğimiz yaşadığımız alanla” ölçülmez tabii ki ama yaşadığımız yerle ölçülebilir. Bu sitelerde yaşayan insanlar daha çağdaş ve insani koşullarda yaşayacaklarını umuyorlar ama yalıtılmış bir hayata mecbur oluyorlar. Başta ulaşım sorunu olmak üzere bu sitelerin yarattığı yeni sorunlarla mutsuz oluyorlar. Normal bir mahallede bulunan bakkal, cami ya da kahvehane buralarda yok. Buralar için öngörülen AVM’ler. Onlar da pek yakında değil. Belediye otobüsü ile 10-15 durak gitmek gerek. İşine, okuluna, hastaneye de aynı zorlukla ulaşıyorsun. Arkadaşlara, eşe dosta ise ulaşman iyice zorlaşıyor. Ama haklısın şehir insanı şehirde mutlu değil. Onun da birçok psikolojik, sosyolojik sorunu var ama şehir dışına, siteye itilen insan ondan çok daha mutsuz. Şehri, onun sağladığı olanakları, mahalleyi, oradaki ilişkileri özlüyor.

        Bir oda-salon evlerin küçüklüğünden yakınılıyor romanda. Avrupa’da da büyük şehirlerde merkezde evler çok küçük ama bir şekilde sokakta yaşam diye bir şey var. Acaba bizde eksik olan bu mu, yoksa bu alanda iyiye mi gidiyoruz?

        Bir oda-salon evler nerede olursa olsun yaşamı, insani ilişkileri zorlaştıran mekânlar. Bir akrabanızı, dostunuzu misafir edemiyorsunuz. Sadece çekirdek aile için tasarlanmışlar. İç içe bir yaşam öngörülüyor. Mutfak salonun ortasında, duvarlar incecik, yan odada, hatta yan komşuda derin bir iç çekilse, biraz yüksek sesle konuşulsa duyuyorsunuz. Dar gelirliler şehirde de böyle konutlarda yaşamak durumunda kalıyor ama dediğin gibi sokak var, mahalle var, onların sağladığı olanaklar var. Ama bir sitede bunlar yok ya da sokağın yerine AVM koyarak yeni bir ilişki konulmak isteniyor. “Hayatın Ucu”ndanın kahramanı da uzun arayışlardan sonra AVM’lere razı olmak, ihtiyaçlarını oradan karşılamak durumunda kalıyor.

        “İSTESELER DE İSTANBUL’U GÖREMEZLER”

        İstanbul’u görmeyen “İstanbullular”dan bahsediyorsunuz. Acaba İstanbullular “İstanbul”u ne kadar görüyor ve yaşıyor?

        “Biz İstanbullular olarak şehri ne kadar kullanıyoruz” sorusu beni de sık sık düşündürür. Turistlerin çok daha yoğun ve tadını çıkararak İstanbul’un güzelliklerini yaşadıklarını düşünürüm. Biz İstanbullular olarak şehri, güzelliklerini en fazla işe gidip gelirken otobüsün penceresinden birkaç dakikalığına görürüz. Çoğunu yaşamayız, kullanmayız. Doğma büyüme İstanbullu olmasına rağmen Topkapı Sarayı’nı ziyaret etmemiş, Boğaz’da gemiyle tura çıkmamış çok kişi olduğunu biliyorum. Ama onlar isteseler şehri yaşayabileceklerini bilirler, onun rahatlığı var. Oysa şehrin dışında bir sitede yaşayan biri, ömrünü hiç deniz görmeden geçirebilir. Zamanında İstanbul Belediyesi’nin hiç deniz görmemiş İstanbullu çocuklar için Boğaz turları düzenlediğini biliyoruz. Çünkü onlar isteseler de İstanbul’u göremezler çünkü şehir merkezine, örneğin Eminönü’ne ulaşmaları için üç vasıta değiştirip en iyi şartlarda 2.5 saat yolculuk etmeleri gerekir ki bu caydırıcı bir unsur.

        Şehrin içi de artık koca bir şantiye değil mi? Mutluluğu binalarda aramak değil mi asıl sorun?

        Şehrin içi de artık koca bir şantiye, çünkü kentsel dönüşüm politikası şehrin merkezindeki eski binaların yıkılıp daha büyük ve modernlerinin yapılmasını öngörüyor. Çünkü bir rant var ve o rant ancak yoksulların yaşadıkları eski binaların yıkılıp yerlerine lüks binaların yapılması ile mümkün. Mutluluğun modern binalarda, sitelerde olduğuna inandırılmışız. Milletimizin ev sahibi olma tutkusu da bunu körüklüyor. “Hayatın Ucu”nun kahramanına göre ise mutluluk onun bildiği, içinde büyüdüğü yaşam biçimi. O nedenle mahalleyi, onun yarattığı ilişkiler ağını arıyor. Bakkalı, camisi, kahvehanesi olmayan bir yerin mahalle olabileceğine inanmıyor. Başka bir yere taşınsak mı diye bir arayışa da giriyor ama gelirinin ancak halen yaşadığı şehir dışındaki siteye yetebileceğini anlıyor.

        “TOKİ YAŞAMI DERİNLEMESİNE İNCELENMELİ”

        Aslı’ya bakıp, “hayırsız evlat” Sedat’ın, aslında oğlunu hiç tanımayan babaya gerçek bir evlat kazandırdığını söyleyebilir miyiz?

        Sonuçta öyle oluyor, biyolojik evladın yerini sevgiyle, dayanışmayla kazanılan evlat alıyor. Kayınpeder ve gelin hayatta kalma mücadelesi verirken birbirilerini tanıyor, seviyor, saygı duyuyor ve bir baba kız ilişkisi geliştiriyorlar.

        Baba oğlunu dinlemeyip Altınoluk’ta kalsaydı, belki hiç bunlar yaşanmayacaktı. Hep tersi söylenir ama, belki de hata yola çıkmakla başlıyor…

        Yola çıkmak kaçınılmaz. Çünkü oğlu babasının kendisine karşı zaafı olduğunu biliyor. Ne istiyorsa eninde sonunda babasına yaptırmayı başarmış, anne ve babasının sevgilerini kendi çıkarı için sonuna dek kullanmış.

        Babanın Semra ile görücü usulü evliliğinin, Aslı’nın Sedat’la aşk evliliğinden daha mutlu olması, sadece bir tesadüf mü? Bu, gençlere bir uyarı mı?

        Görücü usulü terk edilmesi gereken bir gelenek. Bu tür evliliklerin çoğunlukla mutsuzluk getirdiğini biliyoruz. Baba ile Semra evlendikten sonra birbirilerini tanımışlar ve bir sevgi birliği oluşturmayı başarmışlar. Belki de bir istisna. Aslı’yla Sedat ise günümüzün bir çifti olarak önce birbirlerini tanımış, sevmiş, sonra da her şeye rağmen evlenmişler. Ama bu tanımanın, sonrasında yaşandığı söylenen aşkın ne kadar “gerçek” olduğu üzerinde düşünmek gerek. Günümüzde yaşanan birçok şey sahici değil. İnsanlar “mış gibi” yapıyor, verili rollere bürünüyorlar. Verili bir hayat biçimi var ve ona göre yaşanıyor. Aslı ile Sedat’ın evliliğine o açıdan da bakmak gerek.

        “Orta karar hayatımıza orta karar musluk.” TOKİ malzemesi diye bir şey var. Acaba artık “TOKİ romanlarını” da edebiyatımızda daha çok mu göreceğiz?

        TOKİ malzemesi, bilindiği gibi en kötü hammaddeden yapılmış, dış görünümü göz alıcı ama dayanıksız bir malzeme. Her zaman olduğu gibi günümüzde de öyle romanlar var. Hatta geçmişe göre çok daha fazla yazılıyor bu tür romanlar. Ama onlara “TOKİ romanları” demeli miyiz, bilemiyorum. Diğer yandan bakarsak günümüzün önemli bir olgusu olarak yaşadığımız, şehirli nüfusun önemli bir bölümünün yaşamını sürdürdüğü TOKİ sitelerinin henüz kültür ve sanata yeterince yansımadığını, konu edilmediğini söylemeliyim. Akademik açıdan bile çok az incelenmiş bir olgu. Derinlemesine ele alınması gerektiği anlaşılıyor.

        *

        İKİ TAVSİYE

        “Bu kitapta mutluluk virüsü var. Üstelik hızla bulaşıyor” diyor yazar. Hayattaki tek arzunuz buysa, alın bir bakın derim. Ama ben şüphe duyarım. Bu cümleyi diğer kitaba bağlamak için yazdım. Orman yolunda park etmiş araçta gördüğü kadının ertesi gün öldürüldüğünü öğrenen Cass’ın hikâyesi bu da.

        Mutluluk Virüsü (Hale Caneroğlu-Destek)
        Mutluluk Virüsü (Hale Caneroğlu-Destek)
        Şüphe (B.A. Paris-Doğan)
        Şüphe (B.A. Paris-Doğan)

        Diğer Yazılar