Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir yerel seçim dönemini daha arkamızda bırakmak üzereyiz.

        Genel seçim gibi geçmesi istenen ama vatandaşın biraz siyaset yorgunluğundan, biraz da, “İktidar mısın muhalefet misin bilmem, bana ne vaat ediyorsun onu söyle” yönelimi sayesinde giderek ‘yerel seçim gibi yerel seçim’ hattına oturan bir süreç oldu bu.

        Partizan eğilimi, parti kimliğine duyulan aidiyet hissi ile yapılacak tercih faktörü elbette var. Ancak bu yerel seçimde, özellikle İstanbul’da vatandaş en çok her gün yenik düştüğü gıda fiyatlarına, 15 dakika sürmesi gereken yolu iki buçuk saatte almasına, öğrenci ise barınma imkanlarında kimin neyi vaat ettiğine, emekli ise yaşadığı hayal kırıklığına bakarak oy verecek.

        Market raflarında kendisini mücevher zanneden peynirin attığı çalımla, kilosu 85 TL olmuş dolmalık biberin neredeyse reverans talep eden asalet iddiasıyla her gün o yüz yüze geliyor çünkü.

        İşe gitmeye çalışırken bütün enerjisini yola harcamak zorunda kalan da o…

        Kalacak yurt bulamayan, beş arkadaş bir araya gelip yine de İstanbul’da düşük standartlı bir evin kirasını denkleyemeyen öğrencilerin de canı burnunda.

        Yol kenarlarındaki banklarda sıkça görmeye başladığınız yaşlılar var ya. İşte onlar artmayan emekli maaşları yüzünden çay kahve parası denkleyemediklerinden eskisi gibi kahvehaneye gidemeyen emekliler. Bir dokun bin ah işit.

        Dolayısıyla, bu yerel seçimde ve tekrar ediyorum özellikle İstanbul’da, “Hayatımı nasıl kolaylaştıracaksın? Sana oy vermem için nasıl bir sebep gösterebilirsin?” meselesi daha ön planda. Zira hayat pahalılığı konusu İstanbul’da insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde ele alınmaya aday hale geldi.

        “Bize bu denli düşmüş bir hayat standardını reva görenlerin adayına oy vermemek lazım” diyenler, ağırlıklı olarak Ekrem İmamoğlu’na yakın durmakla beraber Murat Kurum’un açıkladığı projelere de kulak kabartıyorlar.

        “Murat Kurum sonuçta çalışkan biri, hem merkezle yakın ve uyumlu çalışır daha fazla hizmet alırız” diyenler de Murat Kurum’a yakın olmakla beraber, İmamoğlu’nun vaat ettiklerine de bakıyorlar.

        Kendi üçüncü yolunu inşa etmeye çalışan adaylar da var. Mehmet Altınöz, Buğra Kavuncu, Azmi Karamahmutoğlu gibi.Bu isimlerden birinin iki büyük adayı aşıp İstanbul’u kazanacak kadar sürpriz yapması imkansız yine de kendi tabanları var.

        Seçmenin stratejisi bu kez, “Strateji mtrateji yok, bu kez kendimi seçiyorum, kendimin tarafını tutuyorum” gibi görünüyor.

        Stratejik oy kullanımı ile ilgili beklentiler ve tartışmalar neredeyse sadece DEM Parti ve adayı üzerine teksif olmuş durumda.

        Kendi kendisinden yana olmak, “Bu kez kendimi seçeceğim” demek basit görünse de herkes için aynı berraklıkta bir tercih değil. Artan baskılar sonucu ihtiyaçlar hiyerarşisini referans almak ve “Kim daha iyi hizmet verir?” sorusunun peşine düşmek mi? Yoksa ‘kendi’ kavramının içini kimliği, içinden gelinen kültürü, grup kimliğini referans alarak doldurup seçimi ona göre yapmak mı?

        İSTANBUL SEÇİMLERİNE NEDEN KÜRTLER DAMGA VURDU?

        Nitekim bu yerel seçimde ve İstanbul özelinde Kürtler için önemli olan soru bu.

        DEM’in bu kez kendi adayı var. Meral Danış Beştaş ki, kendisi asla bir tavşan atlet değil. Güçlü bir aday. Ancak onun adaylığının sonucunun İmamoğlu aleyhine, Kurum lehine olması yıllardır bir şekilde muhalefette konumlanmış HDP’li muhalif seçmenin kafasını karıştırıyor.

        Aslında yine ‘kendini seçmek, kendi kendisinin yanında olmak’ meselesi söz konusu. Ama mesele Kürtler olunca Kürt meselesinin tarihsel anlam katmanlarıyla ve yakın tarihte HDP’lilere dayatılan ‘Nasıl HDP’li olunur? ajandalarını zorlayan bir dizi soru söz konusu oluyor.

        Leyla Zana belde belde dolaşıp, Kürtlerin bu seçimde kendi partilerine oy vermesi gerektiği mesajını veriyor.

        “Kendinden yana ol, kendi partine oy ver” mesajı, “Muhalefetle bir olup şimşekleri üzerimize çekmemizin Kürtlere bir faydası olmadı, artık hükümetle, özelde Erdoğan’la daha barışçıl daha uzlaşmacı bir zemin oluşturmamız lazım” gibi bir ihtiyaç tespitinden referans alıyor.

        Açıkçası kimse Kürtler böyle bir tespit yapmış diye kızamaz. Kaldı ki partilerin en temel görevi seçim olduğunda seçime girmektir. Bir Kürt, Kürtleri temsil iddiasıyla ortaya çıkmış bir partiyi üzerindeki baskı hafiflesin, partinin kurmayları, genel başkanı cezaevinden çıksın, kayyumlar atanmasın diye ‘umarak’ kendi partisinin adayına oy verdi diye suçlanamaz.

        Ayrıca bu seçim Kürtler açısından bir başka gerilimi taşıyor…

        DEM’DEKİ İKİ DAMAR AYRIŞMA SÜRECİNE Mİ GİRDİ?

        "Hakiki Kürt kimliği nedir, Hakiki Kürt talepleri nedir?" Sorusu ilk kez Kürtlerin kendi içinde belki de cevap bulacak.

        Şöyle ki, bugüne kadar HDP çizgisi diyeceğimiz çizginin gövdesini oluşturan insanlar Kürt/muhafazakar olsa bile, partinin kafası Türk solu (kamuoyunda sık sık Cihangir entelektüelleri diye bilinen) bir yaklaşıma sahipti ve bu bir düalite oluşturuyordu. Hatta daha ileri giderek şu da söylenebilir: Kandil'i ile Avrupa diasoprasıyla, medyasıyla tüm PKK çizgisi bu düaliteye sahipti…

        Ana Kürt gövde Ahmede Xani, Mela Ahmede Ciziri, Selahaddin Eyyubi, Şeyh Said, Said-i Kürdi( Said Nursi), Mela Mustafa Barzani gibi şahsiyetlere; Kürtçe mevlüde, Kürtçe tefsire, medreselere vs duyarlıyken, Türk solu tarafından enterne edilen kanat feminizm, LGBT hakları, komünalite, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Rosa Lüksemburg, Emma Goldman, Murray Bookchin gibi postmodernist, post marksist ya da anarşist isimler, konular ve sembolleri Kürt toplumunun gündemine taşıyordu. Bu düalite yoğun ve kesintisiz şekilde sürüyor ancak Öcalan kültü altında gözlerden saklanıyordu..

        Kandil'de Duran Kalkan, Bese Hozat, Mustafa Karasu gibi Türk marjinal sol kökenli isimler tarafından sürdürülen bu Türk sol çizgi HDP (DEM) bileşenlerinde de Sezai Temelli, Tülay Hatimoğulları, Figen Yüksekdağ, Sırrı Süreyya Önder gibi ESYP, ESP’li isimlerce ve eşbaşkanlık formunda temsil edile geldi..

        Selahattin Demirtaş uzun süre ortak yaşamcı solcuların ve kozmopolitan sol liberallerin etkisinde yürürken son dönemde Kürdi bir çizgiye kaymış görünüyor..

        Kürtler açısından ilk kez bu düalitedeki karşıtlık 2024 İstanbul seçim sürecinde görünür hale geldi..

        Türk solu çizgisi Kürtleri anti Erdoğanizmde sabitleyip muhalefetin paradigmalarıyla sınırlarken Kürt gövde bu paradigmayı sorguluyor ve kendi hakiki talepleri ekseninde siyaset yapmak istiyor.

        Tabii bir de meselenin bölge boyutu var. Bölgede ilk kez bu seçimde Kürdi ve İslami bir çizgisi olan ve üstelik politika sahnesinde de güçlü bir şekilde temsil edilen HÜDA PAR Müslüman Kürtler açısından alternatif bir ilgi alanı oluşturmuş durumda. Özellikle Batman’da adayları Serkan Ramanlı HDP’nin sol kanadı tarafından HDP kitlesine dayatılan ön kabullerin sınanmasına neden oluyor. DEM’in içinde daha Kürdi bir çizgiye geçmek gerektiği düşüncesinin artmasının nedenlerinden biri de bu. Ve bu durum elbette Tülay Hatimoğulları, Sezai Temelli ve Bese Hozat’ın canhıraş bir şekilde bu çizgiye karşı çıkmasına neden oluyor. Kimi zaman çatışmaya davet eden imaları bu nedenle görüyoruz.

        İstanbul seçim süreci, uzun zaman sonra ilk kez HDP/DEM içinde Kürdi/muhafazakar damar ile sol/ kozmopolitan/ feminist akımın ayrışması ihtimalini gündeme getirdi. Seçimlere yansıyan tartışmanın nedeni aslında bu iki damarın bir arada olma kaynaklı uyuşmazlıklarının ciddi bir mesele haline gelmesiyle ilgili gibi görünüyor.