Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Medya Hadi sen de bir takla attırsana hocam !

        İbretlik bir ifşaat yazısı…

        -----

        HABERTÜRK’ün kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Ufuk Güldemir, geçtiğimiz hafta Basın Kulübü programının konuğuydu. Ufuk Güldemir gibi, sui generis bir kişiyi konuk edince, bu programdan konuşulacak, tartışılacak çok şeyin çıkacağını tahmin etmek zor değildi. Nitekim öyle de oldu. Her şey bir yana Türk Medya Tarihi yazıldığında üzerinde muhakkak ki çok konuşulacak dönemlerden biri 28 Şubat olacak. Güldemir’in bu dönemde “andıç”lara nasıl direndiğini anlattığı bölüm başlı başına çok önemli bir haber olarak ortaya çıktı. Basın Kulübü, geleneğine sadık kalarak yine haber üretti. Bu program üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu.

        Böyle bir iş yapıyorsanız, eleştirilere de övgülere de alışık oluyorsunuz. Prensip olarak içinde nesnel hatalar yoksa, programım hakkındaki yazılara yanıt vermem. Beni bilenler bilir.

        Esra Arsan imzasıyla Radikal İki’de çıkan yazıya bir başka nedenle yanıt verme kararı aldım; yazıyı kaleme alan Arsan, Yardımcı Doçent ünvanı taşıyor, üniversitede “gazetecilik” ve “habercilik” dersleri veriyor. Öğrencileri muhtemelen, Arsan’ın yazılarını okuyarak bu yolla “gazeteciliği”, “haberciliği” öğrenmeye çalışıyor. Doğaldır ki, onlar “hocalarını” çok ciddiye alıyor. Gazeteci olmak heyecanıyla tutuşan genç öğrencilerin, öğrenme arzusuna olan saygımla bu yazıyı kaleme alıyorum.

        Öğrencileri Esra Asran’ın kasıtlı kurgusundan soyutlayabilmek için aşağıda tanık olacağınız üslubu bir iletişim yöntemi olarak özellikle tercih ettiğimi belirtmek isterim.

        Bak Esra Arsan,

        “Ufuk Güldemir, bir grup gazeteciyi sahibi olduğu kanalın stüdyosuna toplayıp “Basın Kulübü” programında kendisi ile bir söyleşi yaptırdı” diye yazıya giriyorsun.

        Bu ne kadar saygısız bir yaklaşım. Kimi, kime toplatıyorsun? O program benim programım. O programı ben yaptım. Ufuk Güldemir’i ben davet ettim. Sen, son 10 yıl içinde Ufuk Güldemir’in herhangi bir televizyona söyleşi verdiğini hatırlıyor musun? Başarı değil mi, 25 yıldır medyada hep üst düzey görevlerde bulunmuş, 10 yıldır hiçbir programa çıkmamış ve şu anda kanserle dişe diş mücadele eden, gazetecilikten yola çıkıp kendi medyasını kuran bir kişiyi yayına çıkarmak? Benim onu, o programa ikna etmek için ne kadar emek verdiğimi biliyor musun? Ne demek “toplamak”, ne demek kendisiyle söyleşi “yaptırmak”? Başka medya organlarında onun söyleşileri çıkarken, HABERTÜRK’te Ufuk Güldemir’le bir söyleşi yapamamış olmanın gazetecilik açısından beni nasıl üzdüğünü biliyor musun sen? Bunu anlamak için gazeteciliği bilmen, hissetmen lazım. Haber olan kişi benim yanımda, benim şirketimin patronu ama ben onunla söyleşi yapamıyorum? Bunun stresiyle nasıl kıvrandığımı biliyor musun? Benim Ufuk Güldemir’i ikna etmek için, 11 yıl hiçbir televizyon programına çıkmayıp benim programıma çıkan Hüsamettin Özkan’ı ikna etmekten daha fazla çaba harcadığımı biliyor musun? Ne sanıyorsun sen gazeteciliği !

        Güya programın bir kurgu olduğunu yutturmak için “ hep canlı yayınlanan Basın Kulübü, iş kanalın patronunu konuk etmeye gelince nedense banttan yayınlandı” diye yazıyorsun.

        Peki sen Süleyman Demirel’in “Türbanlılar Arabistan’da Okusun” sözünü söylediği Basın Kulübü programının yayından 3 gün önce çekildiğini biliyor musun?

        Sen Kürşat Tüzmen’in “BBC’nin açık çek verdiği halde anlatmadığı Saddam Hüseyin görüşmesini” ilk kez anlattığı Basın Kulübü’nün yayınından iki gün önce çekildiğini biliyor musun?

        Ama bunlar çok eski örnekler değil mi?

        Bak sana daha yakın bir örnek vereyim. Bu yayın döneminde daha hiç canlı yapılmadı Basın Kulübü.

        Benim bu yılki ilk konuğum Abdüllatif Şener’di. O program da bant yayındı. Sen o programda “canlı” logosu gördün mü? Program yayından 10 saat önce çekilmişti. İkinci programımın konuğu Ufuk Güldemir’di. O da banttan çekildi.

        Demek ki, konuk patron olduğu için banttan çekilmiyormuş. Senin karnından uydurduğun gibi değilmiş demek ki Esra Arsan ! Kalkıp, utanmadan yalanına inandırıcılık katmak için Basın Kulübü’nü takip ediyor havası veriyorsun.

        Sen sanıyor musun ki, 8 gazetecinin katıldığı program kesilecek de bu saklı kalacak? Sen gazetecileri salak mı sanıyorsun?

        Tıpkı bu yalanın gibi bütün yalanlarını, gazetecilik öğretiyorum diye aslında nasıl bu mesleği katlettiğini göstermek için tek tek anlatacağım. Bu yazının hazmının zor olacağını girişten anlamış olmalısın.

        Sen yazı yazmayı öğrencilerine böyle mi öğretiyorsun? Soru yok? Merak yok? Kafanda bir kurgu yaz, olayları kafandaki senaryoya uydur. Böyle mi yazı yazacak senin öğrencilerin?

        “Belli ki, oraya çağrılan gazeteciler keklik sorular soracakları bilindiği için çağrılmış” diyorsun.

        Sen benim kimi çağırdığımı, kimi çağırmadığımı nerden biliyorsun?

        Şu anda Ufuk Güldemir’le en sert polemiği olan kişi kim? Uğur Dündar, değil mi? Peki sence ben Uğur Dündar’ı davet etmedim mi? Böyle mi sanıyorsun? Bak anlatayım.

        Ben Uğur Dündar’ı davet ettim. Hem de öyle lafla değil, belgeyle, teyidli faxla davet ettim. Senin, yazında arkasına saklanmak için seçtiğin Uğur Dündar, tıpkı senin gibi atıp tutan Uğur Dündar, ne yaptı biliyor musun?

        G-E-L-M-E-D-İ

        Bana tıpkı senin yazdığın gibi uyduruk bir yazıyla cevap verdi. Daha yapılmamış, olmamış bir program için tıpkı senin gibi baştan tarafsız olmadığı önyargısıyla: “Bu davetine şöyle yanıt veriyorum. Patronuna acil şifalar dilerim.”

        Benim Uğur Dündar’ın bu cevabına bir çift sözüm olacak ama yeri burası değil.

        Demek ki, senin “attığın” gibi değilmiş gerçek. Güldemir’in en sıkı muarızı da davet edilmiş. Sen hiç mi merak edip de , açıp Uğur Dündar’a sormadın, “Sana davet geldi mi ? Madem bu kadar yazı yazıyorsun, davalar açıyorsun neden gidip tartışmıyorsun yüzyüze?” diye.

        Sormadın, çünkü derdin gerçeği öğrenmek değildi.

        Devamla, “Soru sorma potansiyeline sahip tek isim olan Erdoğan Aktaş ise, programın gidişatından duyduğu dehşet gözlerinden okunuyordu” . diye yazıyorsun.

        Erdoğan Aktaş’ın dehşetini gözlerinden okudun öyle mi? Biz orada elli kişi bu dehşeti göremiyoruz. Program bitiyor, Erdoğan Aktaş’la bir saat sohbet ediyoruz hala bu dehşeti anlayamıyoruz. Günler geçiyor, ben Erdoğan’la yine konuşuyorum, hala anlayamıyorum. Ama sen onunla hiç konuşmadan, aramadan sormadan, gözlerine bir bakışta anlıyorsun.

        Sen bu göz okumayı nerden öğrendin? Gazetecilikten mi? Hocalıktan mı?

        Yoksa ''Journalism Fellowship'' programı için gittiğin Oxford'da mı öğrettiler bunu sana?

        “Gözlerine bakın okuyun, ama açıp sormayın” diye mi öğrettiler?

        Arayıp konuştun mu Erdoğan Aktaş’la? Açıp sorsana Erdoğan Aktaş’a? Dehşete düşmüş mü düşmemiş mi? Niye sormuyorsun?

        Çünkü sormaya korktun. Peki neden? Neden çekiniyorsun? Cevap senin kurgunu bozar diye mi korkuyorsun? Oysa çok uzun zamanın vardı. Yazın programdan tam bir hafta sonra çıktı. Hiç mi sorma, araştırma ihtiyacı hissetmedin? Aradın da ulaşamadın mı? İnsanlar hakkında böyle atıp tutarken, hiç mi saygın yok senin o kişilere? Bir telefon açmaya tenezzül edilmeyecek kadar önemsiz mi muhatapların? Senin öğrencilerin böyle mi yetişecekler? Benim, Erdoğan Aktaş’ın haber merkezine bu donanımla mı öğrenci göndereceksin?

        Sen o çocuklara “gözlerine bakın, sonra oturup sallayın. Ne de olsa burası Türkiye, atıyorum atıyorum kimse çıkıp bir sey demiyor, siz de böyle yapın” mı diyorsun?

        “Leyla Umar, stüdyodaki beş erkeğe bir kadın dengesi kurmak için vardı sanki” diye yazıyorsun.

        Gazetecilikte “kadın dengesi” diye bir kriterin varlığından da böylece sayende haberdar oldum. Şimdi düşünüyorum da, senin yetiştirdiğin bir futbol muhabiri haber yaparken ne kadar zorlanacak. O dengeyi tutturmak için nasıl çırpınacak.

        Leyla Umar’ın neden orada olduğunu anlatmak için sana biraz Leyla Umar’ı anlatayım. Leyla Umar, Türk medyasından çıkmış uluslararası değerdeki sayılı gazetecilerden biridir.

        Dünya basınını atlatan İdi Amin röportajı için bildiğin bütün saygın dünya medyasının onun peşinden nasıl koştuğunu, o söyleşiye servet değerinde bedeller ödediklerini biliyor musun?

        Castro röportajını, Mandela röportajını, Carlos Menem söyleşisini, Arafat söyleşilerini hatırlıyor musun? Leyla Umar’ın kariyerini yazmak için on bin vuruşluk ayrı bir metin kaleme almak gerekir.

        Leyla Umar dünya çapında bir söyleşi ustası olduğu için oradaydı. “kadın kontenjanı” arayışıyla yola çıksaydım, belki yolum sana çıkabilirdi. Ama benim aradığım sen değil, iyi gazeteciler bulmaktı.

        Bu mesleğe dünya çapında katkılar yapmış bir efsanedir Leyla Umar.

        Peki sen kimsin?

        11 yıl gazetecilik yapmışsın. Hangi başarıya imza attın? Hangi söyleşinle dünya medyası peşinden koştu?

        Leyla Umar’a saygı duymayan biri nasıl gazeteciliği öğretebilir ? Sen önce Leyla Umar’dan biraz ders al. Kocaman bir posterini yaptır, götür dersliğinin duvarına as. O çocuklara “Türk gazeteciliğinin gurur belgesi” diye göster onu ki, o çocuklar gazeteci olma heyecanı duysunlar. Gazeteciliğin hocası olmuşsun, Türkiye’nin en büyük gazetecilerine saygın yok. Hangi sermaye üzerinde akrobasi yapıyorsun ? Üzerinde atıp tuttuğun o gazetecilik toprağını yarım asır emekle, çileyle işleyen bir gazeteci Leyla Umar. Haddine mi onu kontenjandan saymak?

        Reha Muhtar’ı sorguluyorsun. Sorsana bana, “neden Reha Muhtar orada” diye? Biliyor musun ki Reha Muhtar, Ufuk Güldemir’le dişe diş mücadele etmiş, rekabet etmiş bir gazeteci. Biri, bir televizyonun, diğeri ötekinin başında iki güçlü rakip. Orada onu çağırmayacaktım da seni mi çağıracaktım? O koltukta oturan konukla yıllarca dişe diş rekabet etmiş birini karşısına çağırmak, hangi gazetecilik ilkesine aykırı? Bunda ne mahsur gördün?

        O stüdyoda gazeteciliğe adanmış yıllar üst üste konduğunda 200 yıllık bir gazetecilik emeği var. Bu emeğe bu kadar saygısızlık yapma hakkını nerden alıyorsun?

        Açtım baktım, kimsin diye? Kim bu Esra Arsan? Kendi kaleminle ifşa edilmiş kifayetsizliğine rağmen, Radikal gibi ciddi bir kurumun, toleransını bu kadar cömertçe kullandırdığı bu kişi kim? Acaba, benim mi gözümden kaçtı? Bu büyük akademi kişisini ben mi fark edemedim?

        Bir web sayfası açmışsın kendine. Gazeteden kaçıranlar, oradan feyizlensinler istemişsin belli ki. Gurur duyduğun biyografini koymuşsun. 11 yıl gazetecilik yapmışsın. Sayfanda gurur duyduğun yazıların, makalelerin, derslerin var. Ama 11 yıllık gazeteciliğinden tek bir sey yok. Belli ki büyük gazetecilik ürünlerini harcamak istemiyorsun internet muallakında. Merak ettim, nasıl gazetecilik yapmış, ne tür haberler yazmışsın. Koskoca 11 yıl. Hangi haberinle gündem yaratmışsın, hangi haberinle örnek olmuşsun? Bulamadım. 11 yıl yalnızca bir satır olarak geçiyor tumturaklı sayfanda. “Bu iş nasıl yapılır” üstüne bu kadar atıp tuttuğuna göre, 11 yıllık gazeteciliğinden heralde bir tane olsun “İşte böyle yapılır” türünden bir örnek konmaz mı oraya? Hayır yok. Bir tek ürün yok !

        Gururla sergilediğin makalelerin arasında Can Dündar’a habercilik dersi veriyorsun. Nasıl da biliyorsun gazeteciliği? Okurlara anlatayım, bilmeyenler de keşfetsin seni.

        Can Dündar, Başbakan Ecevit’in hastalığının kamuoyunca bilinmesinden iki yıl önceki bir dış gezide, başbakanın bir kitabı elinde kalem olmadığı halde, kalem varmışçasına, parmaklarıyla imzaladığını gördüğünü söylüyor. Ve bu tanıklıktan yola çıkarak, Ben Ecevit'in hastalığını aslında biliyordum, ama vicdanım müsaade etmediği için yazmadım, diyor.

        Can Dündar’ın bu yazısı üzerine bakın Arsan, nasıl gazetecilik hükmü veriyor:

        “Can Dündar'ın bize habermiş gibi yutturmaya çalıştığı, uçak gezisi... Dündar'ın bir dış gezi sırasında tanıklık ettiği olay, Başbakan Bülent Ecevit'in hasta olduğuna dair haber yapılacak bir durum değildir. Ecevit, yorgunlukla veya dalgınlıkla elinde kalem olduğunu sanmış, kendisine uzatılan kitabı imzalamak için aceleyle bir girişimde bulunmuş olabilir…

        Sanki gazeteci değil de, Başbakanlığın “rahatlatma sözcüsü” Esra Arsan.

        Gazetecilik hocası Arsan’a göre başbakanın elinde kalem yokken, varmış gibi davranarak parmağıyla kitap imzalaması haber değilmiş? Senin ülkenin başbakanı, senin karşında bunları yapacak ve bu sana göre haber değil, öyle mi? Sen bunu sık sık yapıyor musun yani? Kitaplarını böyle mi imzalıyorsun? Bu normal mi yani? Elinde kalem yokken varmış gibi kitaba imza atmanın bir hastalık belirtisi olduğunu düşünmedin öyle mi? Bu kafayla mı gazetecilik öğretiyorsun?

        HABERTÜRK’ü anlatıyorsun. Yok haberlere takla attırdı da , onun bunun haberine kondu da, falan filan. Sen öğrencilerine böyle mi analiz ediyorsun, olan biteni? Öğrencilerin sana sormuyor mu “Hocam, madem bu kadar kolay hadi sen de bir takla attırsana” “hadi sen de bir takla attır, bir televizyon kur, Türkiye’nin en çok okunan haber portalini yarat” “hadi bir takla attırsana hocam, hadi lütfen bir takla attırsana” diye sormuyor mu?

        Sansasyonla, polemikle hit oldular diyor, ‘halk da bunu yuttu’ya getiriyorsun. Yani öğrencilerine diyorsun ki, “bu halk böyle saftır. Siz de takla attırırsanız, halk sizi tutar.”

        İzleyici, okur dediğimiz sen, o, öteki bu kadar saf mısınız?

        Hiç düşünmedin mi? “Bu kadar kolay olsa, ben de yapardım. Bu işte başka bir sey olmalı” diye.

        Mesela sen google’u da öğrencilerine böyle anlatıyorsun heralde. “Sergey ile Larry kafa kafaya verip internetteki içeriği listelediler, halk da yuttu, hooooop zengin oldular.” Böyle mi açıklıyorsun öğrencilerine?

        Madem bu işin hocasısın bir gün merak edip de gelmez mi insan? Bak ben geçtiğimiz ay Cannes’da tv fuarındaydım. Tanıştığım herkes, HABERTÜRK’ün öyküsü merak etti. Fuardan geçen yıl tanıştığım insanlar merakla gelip HABERTÜRK’ü gezdiler, yerinde sordular, cevaplar aldılar. Geçtiğimiz şubatta Londra’da BBC’yi ziyaret ettim. Bana iki saat boyunca HABERTÜRK’ü anlattırdılar. “Gazeteciler bu işi nasıl başardı?” diye sordular.

        Yahu sen nasıl hocasın? Gazeteciler çıkmış bir medya kurmuş. Bu medya 7 yaşına gelmiş. Sen şurada iki adımlık yerdeki HABERTÜRK’e gelip de araştırmamışsın, sormamışsın. Gitmiş CNN’i Elcezire’yi yazıyorsun, kendince dünya medyasını biliyorum havası takınıyorsun. Gel bakalım, önce yanıbaşındaki yeri gör, onu incele? “Nasıl oluyor da oluyor?” diye bir sor bakalım. 7 yıl, her yılda 365 gün, her günde 24 saat bu yayınlar nasıl yapıldı? “ Para yoktu, miras yoktu, himaye yoktu, gizli ortak yoktu, o yoktu, bu yoktu. Yahu nasıl yaptınız?” diye bir sorsana. Bu nasıl hocalık, hiç mi merak etmez insan? 11 yıl gazetecilik yapan insanda merakın bu kadarı bile olmaz mı? 3.5 yıl çalıştığım HABERTÜRK’te buraya gelen neredeyse her politikacı,işadamı, sanatçı, gazeteci, televizyoncu, akademisyen eğer ilk gelişiyse hep bunu söyledi “ BURAYI ÇOK MERAK EDİYORDUM”. Ama sende merakın zerresi yok. Bu nasıl hocalık, bu nasıl gazetecilik?

        Su gibi para akmadan olmazmış. Bu nasıl yapılmış…

        Hocaya bakılırsa büyük para olmadan olmaz…Kabullenemiyor çünkü bir türlü. O, heyecanla bu mesleği öğrenmek için oraya gelmiş çocuklara böyle mi diyorsun ? “Sakın ha teşebbüs etmeyin, bu iş büyük para işidir. Babanızın parası yoksa, böyle bir işe cüret etmeyin mi” diyorsun?

        Sorulması gereken çok soru vardı diyorsun ya, aslında ne kadar beylik bir laf olduğunun farkındasın değil mi? Madem vardı sorsana o soruları? 7 yıl bu merakınla nasıl yaşadın? Farkında mısın yazında soru yok. Neden yok? Çünkü sormaktan korkuyorsun. Sormaktan korkuyorsun, çünkü cevaptan korkuyorsun. Cevap senin kurgunu bozar, yazımı yazamam diye korkuyorsun da ondan.

        Su gibi akan paralar olmayınca stüdyoları, temsilcilikleri, haber merkezleri nasıl kurulur, nasıl döşenirmiş ki ? Yahu sen döşemeci misin? Stüdyo döşemek mi sanıyorsun medya kurmayı? Kaç döşenmiş stüdyo, temsilcilik, haber merkezi kuruldu da sonra bir medya olamadan dağılıp gitti, biliyor musun?

        TRT’nin nasıl stüdyolar döşediğini, nasıl binalar tuttuğunu, nasıl haber merkezleri inşa ettiğini görmüyor musun? Ne döşemesinden bahsediyorsun? Mimarlık fakültesi mi orası? Çocuklara bunu mu öğretiyorsun?

        Ufuk Güldemir programda Uğur Dündar’ın neden “gazeteci” olmadığını anlatıyor ya, Dündar’ın sözcüsü hoca da cevap veriyor. “Haber/yorum içeriği üreten ve maaşını gazeteci olarak alan herkes gazetecidir.” Düşünebiliyor musun hocam, sen de gazeteye yorum içeriği ürettiğine göre, yarın gazetenin muhasebe şefi seni maaşa bağlasa bu tarife göre sen de gazeteci olacaksın, öyle mi? Başbakanın elinde kalem olmadığı halde kalem varmış gibi kitap imzalamasını bir hastalık belirtisi olarak görmeyen, haber olarak değerlendirmeyen, yazı yazdığı kişiler hakkında hiçbir bilgi toplamayan, arayıp sormak lüzumu görmeyen, hakkında yazı yazdığı kurum hakkında hiçbir araştırma yapmayan sen, muhasebe şefi maaşa bağlayınca gazeteci mi olacaksın yani? Muhasebe şefi marifetiyle kariyer yapacaksın öyle mi? Biz de bunu yutacağız. Sana gazeteci diyeceğiz.

        Ufuk Güldemir, gazeteci iyi para kazanmalı, para nedeniyle esnemek zorunda kalmamalı diyor ya, hoca şöyle cevap veriyor. “Gazetecilikten zengin olunmaz, gazetecinin iş saati yoktur, çok çalışır, pek sosyal hayatı da olmaz, gazetecilik ego tatmini için yapılır”. Ego tatmini için mi yapılıyor bu meslek? Bak hocam, gazetecilik ego tatmini için yapılıyorsa, bu mesleğin, stadın ortasına atlayıp, pantolonunu aşağı indirip, neyi varsa uluorta sergileyen fanatik taraftardan ne farkı kalıyor? Gazeteciler, hayatlarını egolarını tatmin için harcayan hastalar mı yani?

        Bu mesleğe bu kadar saygısız, bu meslekten bu kadar habersiz biri kalkıyor, bu işin dersini veriyor. Sonra da ekliyor “ hepimiz biliyoruz ki, gazetecilik gazetecilik okullarında değil, gazetecilerden öğrenilir” E herhalde sizden öğrenmeyecekler. Tabi ki, bu mesleği topluma yeni bir bilgi verebilmek, gerçeği ortaya çıkarmak hazzıyla yapıyor gazeteciler. Bunun için uykusuz kalıyor, bunun için yeni bir habere ulaştığında heyecandan yerinde duramıyor, bunun için haber peşinde ölüyor. Senin belgeselini yaptığın gazeteci Metin Göktepe ego tatmini için mi öldü? Bu ne kısır bakış.

        Takmışsın gazetecinin para kazanmasına. Nasıl olur da gazeteci şöhret olur, Papermoon’a gider vs.vs.. Gazetecinin hakkında yazdığı adam oraya gidiyor da gazeteci gitmemeli, gidememeli. Kapısında beklemeli. Oraya giderse meslek etiğinden kopar, öyle mi? Gazetecilikten anlamadığından, bu işi o kadar kolay sanıyorsun. Yahu bu mesleğe insanlar yaşamlarını, hayallerini, gecelerini, sağlıklarını adıyor. Bu iş o kadar basit mi? Bu gazetecilik etiği denen şey Papermoon’a gidince bitecek kadar basit mi?

        Gazeteciliğe o kadar saygısızsın ki, bilmem kaç vuruşluk yazında, bir kelime olsun 28 Şubat’ta “andıç”lara nasıl direnildiğinden sözetmiyorsun. Çünkü senin için bunun önemi yok. Sahi bu geniş yazında, bu olay bir cümlelik bile bir yer hak etmedi mi? Radikal sana bir sayfa vermiş, yetmedi mi? Buna değinmek için bütün eki mi sana ayırmalıydı? Bak, bu kadar uzun bir metninde bu olaya tek bir sözcük bile ayırmamış olman seni nasıl da ele veriyor. Çünkü aslında olumlu tek bir sözcük yazmamak üzere programı izledin, olumlu tek bir sözcük yazmamak üzere bu yazıyı kaleme aldın. Kendini kurdun, sormadın, sorgulamadın. Böyle olmasaydı, bütün medyaya haber olan “andıç” olayı kaleminden kaçar mıydı? Bak ben sana ‘ağyarını mani’den bir gazeteci tarifi vereyim. ”İşte tam da senin gibi bakana, senin gibi yazana gazeteci denmez.” Nasıl hoca dendiğine ise, hocalar karar versin.

        Sevgili hocam,

        Bak ne diyeceğim. Ben senin yazdıklarından gazetecilik adına öğrenilecek bir şey bulamadım. Ama öğretmek için bu kez çok olumlu bir adım attığından kuşkum yok. Emin ol, bu yazım öğrencilerin tarafından senin anlattıklarından daha çok okunacak? Emin ol, böylece gerçekten gazetecilik konusunda bu vesileyle bir şeyler öğrenecekler. Böylece mesleği ilk kez, okulda öğrenmeye başlayacaklar. Ve yıllarca seni hep bu mottoyla hatırlayacaklar:

        “HADİ SEN DE BİR TAKLA ATTIRSANA HOCAM”

        melihmeric@haberturk.com

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ