Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Ayşe Özek Karasu Aşırı sağın susturucu silahı: Antisemitizm
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İsrail’i eleştirip Gazze halkının yaşam hakkını savunmaya yeltenen liberallere, özgür düşünceye karşı kullanışlı “susturucu” denilebilir. ABD ve Almanya’da aşırı sağ, akademiyi ve eleştiri kültürünü bitirmek için yıllardır arayıp da bulamadığı mühimmatı nihayet Gazze savaşı sayesinde buldu. Müthiş işlerlik kazanan yeni pratikle İsrail’e yönelik en ufak eleştiriyi bile susturmak için antisemitizm gürültüsü koparılıyor, bir yandan İslamofobi de körüklenerek kurbanlar alınıyor, eleştiri sansürüyle yeni mevziler kazanılıyor. Silahı kuşananlar ABD’de Trumpist eğilimli sansürcü Cumhuriyetçiler, Avrupa yakasında ise giderek yükselen Almanya için Birlik (AfD) partisi; kamuoylarını peşlerine takıp sürüklüyorlar. Bu susturma cazgırlığı Filistinli kıyımının sürmesi için meydanı boşalttığı gibi devlet şiddetine de meşruiyet kılıfı hazırlıyor.

        İsrail’i eleştirdiği veya eleştiri iklimini özgür kıldığı için hedef tahtasına oturtulanların çoğu kadın entelektüeller, kadın akademisyenler – Yahudi olanlar dahil. Tesadüf mü? Belki kadın oldukları için.

        ABD’de, Pennsylvania Üniversitesi’nin Rektörü Liz Magill, Kongre sorgusunda iyice hırpalandıktan sonra kampüste antisemitizme göz yumduğu suçlamasıyla istifa etmek zorunda bırakıldı. Çünkü Yahudi kuruluşları dahil bağışçılar 100 milyon doları geri çekecekti.

        Harvard Üniversitesi Rektörü Claudine Gay aynı sebeple topun ağzındaydı. Temsilciler Meclisi’nde çoğunluktaki Cumhuriyetçi kadronun ağır baskısına rağmen istifa etmedi. Çarpıtılmış tuzak sorulara karşı ifadelerinden ötürü özür dileyip görevde kaldı. Ancak Gay siyah olduğu için sağ cenahta daha fazla iştah kabartıyor. İntihal suçlamasıyla yeni bir hücum harekatı başlatıldı.

        “Üniversite kampüslerinde antisemitizm” başlığı altındaki komite sorgusunda diğer iki akademisyenle aynı görüşleri ifade eden MIT Rektörü Sally Kornbluth ise ilk günden itibaren kurumundan aldığı destekle koltuğunu korudu.

        Sorular tuzaklarla doluydu. “İntifada” ve “Nehirden denize özgür Filistin” sloganları doğrudan soykırım niyeti olarak sorgulanarak akademi başkanları köşeye sıkıştırıldı. California Berkeley Üniversitesi’nden feminist Yahudi akademisyen Judith Butler’ın da, Boston Review’daki “Eleştiriye geçit yok” yazısında belirttiği üzere çarpıtılmış varsayımla yöneltilmiş soruların o dakika reddi gerekiyordu.

        Harvard Filistin’le Dayanışma Komitesi üyelerinin kimliklerinin internette ifşa edilmesini de eleştiren Butler, yazısında sansür sarmalını şöyle dile getiriyor: “McCarthy’den bu yana en ağır akademik özgürlük krizini yaşıyoruz. Antisemitizm suçlaması özgür düşünceyi susturmak için araçsallaştırılıyor. Eğer ateşkes istemek antisemitizm ise o halde sadece İsrail’in 18 bin Gazzeliyi öldürerek yürüttüğü imha savaşını destekleyenler temize çıkmış oluyor. Bu cinayetleri soykırım olarak nitelemeye yeltenirsek, o zaman biz antisemitik oluyoruz. Demek ki, sadece adaletsizliği savunan düşünce açıklanabiliyor.”

        Kampüs gösterilerindeki slogan örneklerini verdikten sonra komitenin sorusu şuydu: “Kampüste Yahudilere soykırım çağrısında bulunmak cezaya tabi midir, değil midir?”

        Rektörler ABD Anayasası’nın Birinci Değişiklik maddesine dayanarak “eyleme geçilmediği, bireylere yönelik fiil oluşmadığı sürece” yaptırım uygulanamayacağını savundu. Anayasa, Kongre’nin düşüncenin açıklanmasını ve basın özgürlüğünü engelleyecek yasa çıkarmasını yasaklıyor; yasamanın bu yükümlülüğü, kendi özel yönetmelikleri olan kurumları bağlamadığı için tuzak soru vesilesiyle linç imkanı doğdu.

        Neticede komite oturumunda rektörleri sorgulayan Cumhuriyetçi vekillerden Elise Stefanik’in X’deki “Biri gitti, ikisi kaldı” paylaşımı baki kaldı.

        “HOLOKOST HAFIZASI RAYINDAN ÇIKTI”

        Bu arada Almanya yakasında… Amerikalı-Rus Yahudi gazeteci yazar Masha Gessen, New Yorker’da yayınlanan denemesinde “Gazze’yi, Nazi işgali sırasında Doğu Avrupa’daki Yahudi gettolarıyla” kıyasladığı ve bugün Almanya’nın İsrail’i tartışma şeklini eleştirdiği için ülkede kıyamet koptu. Gessen, Yeşiller’e yakın Heinrich Böll Vakfı’nın siyasi düşünceye katkıda bulunanlara verdiği Hannah Arendt Ödülü’nü alacaktı; 10 bin Euro’luk ödülün sahibi geçen yaz başında belli olmuştu. O dönemde maalesef (!) henüz savaş patlak vermediği için Gessen’in konuya ilişkin tutumu bilinemiyorduaçıklama aynen böyle.

        Gessen, Rusya yazıları için verilen ödülü aldı ama önceden planlandığı üzere Bremen Belediyesi’nin büyük salonunda değil, ertesi gün daha kısıtlı katılımla küçük bir mekanda alabildi. Heinrich Böll Vakfı’ndan Bremen Senatosu’na, “Bu sözler kabul edilemez, reddediyoruz” açıklama silsilesiyle alabildi. “Gazze’yi Nazi gettosuna benzetmek mesnetsizdir, kırmızı çizgimizdir” deniliyordu. Oysa Gessen’in deyişi gayet tutarlıydı:

        “Gazze için açık hava hapishanesi kavramını ilk kez 2010’da dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron kullanmış, insan hakları örgütleri de benimsemişti. İşgal altındaki Avrupa’nın Yahudi gettolarıyla tek farkı Gazze’nin gardiyanı olmamasıydı. O dönem ‘getto’ sözcüğü kıyaslamadan ötürü tepki uyandırabilirdi ama artık yerine oturuyor. Naziler, Yahudi olmayanları Yahudilerin yaydığı hastalıklardan korumak için gettoların elzem olduğunu iddia ediyordu. İsrail ise Gazze’ye tecrit ve Batı Şeria’ya duvarın İsraillileri terör saldırılarından korumak için gerekli olduğunu iddia ediyor. Nazilerin iddiası temelsizdi, İsrail’in iddiası ise belirli şiddet eylemlerine dayanıyor. Temel fark bu. Ancak her iki iddia da işgal güçlerinin bir halk grubunu topluca tecrit ederek muhtaç durumda bırakmayı – ve artık öldürmeyi kendine hak gördüğünü gösteriyor.”

        Gessen güncelden tarihe, tarihten güncele uzanan “Holokost’un Gölgesinde” başlıklı yazısında Almanya’nın Holokost’u hatırlama kültürünün yolundan saptığını belirtiyordu. Ahlak felsefecisi Susan Neiman’dan alıntı yapmıştı. Yale ve Tel Aviv üniversitelerinde ders veren, Potsdam’daki Einstein Forum’un direktörü olan Amerikalı Yahudi Neiman, “Almanlardan Öğrenmek” kitabında ülkenin Nazi geçmişiyle yüzleşmesini kaleme almış, ancak yakın zamanda “Almanya’da Holokost’a dair hafıza kültürünün rayından çıktığını” söylemişti. Gessen’in bu alıntısı Alman kamuoyunu adeta yerinden zıplattı. “Skandal” başlıkları atıldı.

        Oysa Gessen’in verdiği örnek tutarlıydı: Almanya’nın BDS hareketini Meclis kararıyla Yahudi düşmanı ilan etmesi raydan çıkışın tipik göstergesiydi. Güney Afrika’daki Apartheid rejimine karşı hareketi model alan “Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar” (Boycott, Divestment and Sanctions – BDS) Filistin için adalet adına İsrail’e siyasi ve ekonomik baskı uygulamayı içeren küresel bir hareketti, ancak Alman anlayışına göre antisemitikti. Böylece BDS’yi destekleyen birçok felsefeci, sanatçı ve yazara verilen para ödülleri geri çekildi. Hatta Berlin’deki Yahudi Müzesi’nin Müdürü Peter Schaefer BDS destekçisi diye istifa ettirildi. Aslında destekçi değildi, Yahudi Müzesi BDS kararını eleştiren bir gazete yazısının linkini vermişti Twitter’da, hepsi bu.

        Peki İsrail’e boykot çağrısını Yahudi düşmanlığı sayan kararın arkasında kimler vardı? Aşırı sağcı Almanya için Alternatif partisi (AfD)! Bu kararı, ana akım siyasete giriş bileti olarak kullanmak istemiş, göçmen karşıtlığı ve İslamofobiyi körüklemek için antisemitizm kartını oynamaya kalkmışlardı. Müesses nizamın partileri ise AfD teklifini reddetmiş, ancak antisemitizmle mücadele görüntüsüne zarar gelir korkusuyla benzer bir teklif getirerek kabul etmişlerdi. AfD liderlerinin antisemitik ifadeleri, Nazi döneminin milliyetçi dilini yeniden nasıl canlandırdıkları gayet iyi bilindiği halde bir korkunun hayaletini mükemmel bir siyasi araç haline getirmişlerdi. Hem karşıtlarını susturmak, hem de Müslüman göçmenlere karşı silah niyetine.

        TARTIŞMA DEĞİL, SUSTURMA KÜLTÜRÜ

        Ailesinde sayısız Holokost kurbanı olan Masha Gessen Almanya’nın Yahudi soykırımı geçmişine dair “Nie wieder” (Bir daha asla) parolasını da belli bir mantıkla sorguluyor: Birincisi, her türlü felaket yeniden meydana gelebilir. İkincisi, bir daha olmaması için yemin ettiğimiz şeylerin tekrarını önlemek için tetikte olmamız, konuşmamız gerekir. Ancak hayatta hiçbir şeyin Holokost’la kıyaslanamayacağını ve tekrarlanmayacağını düşünenler felaketi önleyemez. “Bir daha asla” siyasi proje olmaktan çıkıp giderek büyülü bir şifreye dönüşüyor, sanki Holokost sihirli ellerin önleyeceği kendine özgü soyut bir kavrammış gibi.

        Bunları Der Spiegel’e verdiği mülakatta anlatıyor Gessen. Sorular biraz sorguya çekme tarzında: “Almanya’nın Holokost’un tekilliğinde ısrarı geçmişe dair başarılı ve yetkin bir tartışma ortamı anlamına gelmez mi?”

        Gessen’in bu soruya cevabı: “Ortada tartışma yok, Almanya’da siyasi tartışma ortamını daraltan bir susturma kültürü hüküm sürüyor. Bu yetkinlik değil, tam tersine siyaset sahasının olgunlaşmamış, gelişmemiş olduğunu gösteriyor. Kıyaslama yapmak bizim için ahlaki bir sorumluluktur. Hannah Arendt, 1948’de İsrail’in kuruluşunda Yahudi ‘Özgürlük Partisi’ni sosyal ve siyasal felsefesi nedeniyle Nazi partisiyle kıyaslayan bir açık mektup yayınlamıştı. Bugün de Nazilerle kıyaslamaktan kaçınmazdı. Ancak Almanya’nın hafıza egzersizi aşırı sağ tarafından ele geçirildi. ABD’de de Trumpistler anti-antisemitzm vagonuna atladı. Liberalleri suçlamak için antisemitizmi kullanıyorlar. Almanya, İsrail’in iyi dostu olsa gerçeği söylerdi; çünkü bugün Gazze’de insanlığa karşı suç işlendiği ortada.”

        Gessen röportajda çarpıcı ve çok muhtemel bir şey daha söylüyor: “Hannah Arendt bugün yaşasa, bu ödülü alamazdı…”

        Yahudiliğini Alman kimliğinin üzerinde tutan bir siyaset kuramcısı olarak Arendt’in 1961’de Kudüs’te Adolf Eichmann davasını izledikten sonra “kötülüğün sıradanlığı” üzerine geliştirdiği tez yüzünden nasıl hücuma uğradığı tarihi bir gerçeklik. “Totalitarizmin Kaynakları”nda kaleme aldığı kötülüğün canlı yüzüne tanık olmayı beklerken dehşet verici suçlar işleyen bir canavardan çok “dehşet verici şekilde normal ve emirlere itaat eden sıradan bir insana” tanıklığını yazdığı için kendi Yahudiliğinden nefret etmekle bile suçlanmıştı Arendt.