Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Aşk, rekabet ve 'Fair Play'
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘Fair Play’in ilk bölümünde, tuvaletteki sevişme sahnesini seyrederken, 1980’leri ve özellikle de Adrian Lyne filmlerini hatırladım. Hızlı kurgunun, reklam filmi ve video klip estetiğinin yaygınlaştığı yıllardı 1980’ler… Lyne ise bu yeni tarzı, özellikle erotik gerilim filmlerinde kullanmasıyla tanınan bir yönetmendi.

        ‘Fair Play’in 1980’leri akla getiren tek yanı, erotik sahnelerdeki tarzı değil. Aynı yıllarda birçok filmde karşımıza çıkan hırslı genç finansçıları unutmamak gerek. Marazi duyguları ve sorunlu karakterleri merkeze alan bir psikolojik gerilim olması itibarıyla o yılların sinemasıyla akraba olduğu da söylenebilir.

        Öte yandan, ilk uzun konulu filmini yazan ve yöneten Chloe Domont’un öncelikli derdinin 1980’ler sinemasına nostaljik göndermeler yapmak olduğunu pek sanmıyorum. Hatta bana kalırsa psikolojik gerilim janrı dahi onun için biraz geri planda kalıyor. Evet, anlatım ve yapı olarak esinlendiği kesin; ama Domont, asıl olarak karakterleri, hikâyesi ve temasıyla konuşulması gereken bir filmle geliyor karşımıza.

        ‘Fair Play’, kamuya açık tuvalette yapılan evlilik teklifiyle açılıyor. ‘Neden orada, nasıl?’ gibi soruların yanıtlarını filme bırakmaktan yanayım. Ama erotizmin şaşkınlığa, şaşkınlığın romantizme dönüştüğü akılda kalıcı bir sahne seyrettiğimizi söyleyebilirim. Ayrıca, filmin anlam dünyası için önemli bir sahne. ‘Fair Play’in son üçte birlik bölümünde, biri yine umumi tuvalette, diğeri finalde geçen iki ayrı sahnede, filmin başında olup bitenleri hatırlamamak elde değil. Bazı ortak noktalara sahip bu üç sahne, Emily (Phoebe Dynevor) – Luke (Alden Ehrenreich) ilişkisindeki değişim eğrisini yansıtıyor. Aralarında yaşananları ve kim olduklarını bilmesek dahi bu üç sahne, ilişkilerinin nerden nereye geldiğini açık şekilde gösteriyor. Tuvaletteki ikinci sevişme sahnesi, hem bizim hem Emily’nin bakış açısını tümden değiştiren bir kırılma noktası.

        Tekrar açılış sahnesine dönersek, aralarındaki cinsel çekim ve romantizm hariç ikisi hakkında çok az şey biliyoruz. Sadece tutkularına odaklanıyoruz. Geceyi birlikte geçirdikleri evden çıkıp yollarını ayırdıktan sonra aynı ofiste bir araya geldiklerinde ilk sürprizi yaşıyoruz. Hemen ardından, aynı finans kuruluşunda analist olarak çalıştıklarını; şirket kurallarına aykırı olduğu için birlikteliklerini herkesten gizlediklerini keşfediyoruz. İlk başta, önlerindeki tek sorun, evlilik haberini şirket çalışanlarıyla ne zaman paylaşacakları gibi görünüyor. Emily daha fazla saklamamaktan, Luke ise beklemekten yana… Ama evlenmeye karar vermelerinin hemen peşinden şirkette öyle gelişmeler yaşanıyor ki Emily ile Luke hiç beklemedikleri yeni sorunlarla karşılaşıyorlar ve ilişkilerini açıklayıp açıklamamaları, gündemlerinden düşüyor. Hatta, Emily’nin annesinin ısrarlı telefonları olmasa ‘nişanlandıklarını’ bile unutacaklar belki.

        Emily ve Luke, ilk başlarda ilişkilerinin hayli kritik bir sınavdan geçtiğinin tam olarak farkında gibi görünmüyorlar. Mesleki kariyerin, her ikisi için en az aşk, bağlılık ve evlilik kadar önemli olduğu kesin. Ama bizi sadece ‘Kariyer mi, aşk mı?’ sorusu üzerine ilerleyen bir öykü beklemiyor. Film ilerledikçe, Chloe Domont’un, ‘Aşk, bu sınavla başa çıkabilir mi?’ sorusunun ötesine geçmek ve bizi karakterlerin karanlığına doğru çekmek istediği netleşiyor.

        Daha ilk etapta, egolarının en az aşkları kadar büyük olduğunu fark etmek zor değil. Ayrıca, ilişkilerinin böylesi bir krize hazır olmadığı belli. Ama olaylar ilerledikçe Emily ve Luke’un yaşadıkları krize farklı yerlerden baktığını görüyoruz. Chloe Domont’un asıl derdi de zaten bu farklılıkta düğümleniyor.

        Domont, Emily’nin hırslı, kariyerist yanını ve içindeki karanlığı göstermekten geri durmuyor. Buna karşılık, Emily’nin sadece kendisi için değil, Luke için de doğru olanı yapmaya çalıştığı birçok durum var. İlişkiyi korumak isteyen hep o… Asıl önemlisi, ilişki içinde cinsel arzusunu kaybetmiyor. İş yerinde ne yaşanırsa yaşansın, mesai dışında iki sevgili olmak gerektiğine inanıyor ve bunun için çaba gösteriyor. Özetle, krizi çözmeye, gerektiğinde özeleştiri yaparak ilişkiyi sürdürmeye çalışıyor. Luke cephesine geldiğimizde ise karşımıza tam tersi bir durum çıkıyor. Emily egosunu kontrol altında tutmaya çalışırken, Luke nerdeyse egosunun kölesi haline geliyor. Ama burada Luke’un benmerkezciliğinin ötesine geçen bir erkeklik eleştirisi var.

        Domont, Emily karakterini yüceltmeden, onu meleğe çevirmeden, güçlü ve zayıf yanlarını birlikte çizerek, feminist bir alt metine, daha doğrusu eril bakış eleştirisine doğru taşıyor filmini. Film boyunca, sadece Luke değil, ofisteki diğer karakterler üzerinden de erkeklerin çalışan kadına bakışındaki sorunlar ve zihinlerdeki cinsiyet eşitsizliği netleşiyor. Kaldı ki, Emily’nin yaşadığı asıl büyük hayal kırıklığı, sevgilisi Luke’un aynı bakış açısını paylaşması oluyor. Olaylar geliştikçe, Luke birey olmaktan uzaklaşarak eril dünyanın parçası haline geliyor.

        Domont, film boyunca psikolojik gerilimden hiç vazgeçmiyor belki; ama Luke’un özgüven sorunları ve iş yerindeki kriz nedeniyle libidosunu kaybetmesi, filme yer yer ironik bir hava getirmiyor değil. Aslına bakarsanız, anlatım tonu ne olursa olsun, Luke’un yaşanan sürece tepkileri trajikomik anlara vesile oluyor…

        Domont, krizin altındaki kıskançlığı vurgulamayı ihmal etmiyor. Luke’un cinsel ve mesleki açıdan yaşadığı iki yönlü bir kıskançlık bu… Pasif agresif Luke’un Emily’ye suçluluk duygusu hissettirmek için yaptıklarını unutmamak gerek. Emily’nin ruhunu tahrip eden bir süreç bu…

        Emily, süreç içinde cinsiyet eşitsizliği nedeniyle ‘fair play’in olmadığı bir rekabetin içinde olduğunu daha iyi kavrıyor. Luke’un davranışları ve eylemlerinin altındaki nedenler giderek netleşiyor. O noktada, final sahnesinde Emily’nin davranışlarını her şeyin eşitlenmesi ve kurban olma denklemini değiştirme arzusu üzerinden okumak mümkün.

        Risk fonu şirketini yöneten ve aldığı kararlarla Luke ile Emily’nin tüm hayatını değiştiren Campbell (Eddie Marsan), hikâye açısından kritik bir karakter. İyilik kötülük gibi değerlerin ötesinde, sadece kâr odaklı profesyonel bir patron Campbell. Cinsiyet eşitliğinden ziyade sadece rekabete inandığı, yani ‘İyi olan kazansın’ dediği belli. Luke ile Emily’nin yaşadığı duygusal fırtınalar ile Campbell’in sakinliği arasındaki kontrast bile tek başına çok şey anlatıyor. Campbell finans sisteminin rekabetçi ruhunu temsil ediyor. Özellikle son bölümde, Emily’ye ‘İşe yansımadığı sürece yaptıkların beni ilgilendirmez. Ahlakın seni bağlar’ anlamına gelen sözler söylemesi dikkat çekici.

        ‘Fair Play’in dramatik yapısının en farklı yanı, iki ana karakterli bir film olması... İlk sahneden itibaren, Emily’nin daha çok öne çıktığının farkındayız; ama yine de yönetmen Domont uzun süre iki karakterin bakış açısından götürüyor öyküyü. Hikâyeyi bazen Luke bazen Emily’nin bakış açısından izlememiz, filmin gerilim duygusunu artırıyor. Ama belirli bir noktadan sonra sadece Emily’nin bakış açısına kilitleniyor ve olayları onun cephesinden seyrediyoruz.

        ‘Fair Play’in sevmediğim yanı, finale doğru ağız dalaşı, öfke, sinir krizi sahnelerinin ortama hâkim olması… Domont belirli bir noktaya kadar, karakterler arasındaki çatışmayı, dramatik ikilemleri, söylenenlerle söylenmeyenler arasındaki gerilimi, çaresizlikleri, sessizlikleri, inceden inceye iyi kuruyor. Ama restorandaki aile buluşması sahnesiyle film, öfke patlamalarıyla ilerleyen ve bizim yerli dizilerimizi hatırlatan söz dalaşı sahnelerine dönüşüyor. Malum, bizim yerli dizi estetiğimizin en önemli unsurlarından biridir karakterlerin bağıra çağıra, kontrollerini kaybederek kavga ettiği sahneler. ‘Fair Play’i seyrederken 1980’li yılların psikolojik gerilimlerinde de karakterlerin kontrolü kaybettiği ve fiziksel saldırıya geçtiği sahnelerin sıklıkla kullanıldığını hatırladım. Domont da finale doğru o filmlerin mantığını benimsiyor.

        ‘Fair Play’, daha çok iç mekânlarda ve akşam karanlığında geçen, gün ışığının doğallığından uzak bir film. Domont, görüntü yönetmeni Menno Mans ile tele objektiflerle çekilen yakın planların ağırlıkta olduğu, kısa planların tercih edildiği, 1980’lerin psikolojik gerilimlerini model alan bir anlatım tutturuyor.

        Son olarak, başrollerdeki her iki oyuncunun yanı sıra Eddie Marsan’ın da çok iyi performanslar çıkardığını belirtelim. (Netflix)

        7/10