Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Amerikan 'İç Savaş'ını hayal etmek

        ‘İç Savaş’ı (Civil War) yazan ve yöneten İngiliz sinemacı Alex Garland’ın, yakın geleceği hayal ederken aklından neler geçtiğini tahmin etmek çok zor değil. Donald Trump’ın Başkanlık dönemini, Joe Biden’a karşı kaybettiği seçimin sonuçlarını, ABD’de yıllardır yaşanan siyasi kutuplaşmayı ve toplumsal gerilimi düşündüğümüzde, ‘İç Savaş’ın esin kaynaklarının yıllardır gözümüzün önünde durduğu açık.

        ABD’ye yapılmış bir uyarı ‘İç Savaş’… Alex Garland, siyasi kutuplaşmanın varacağı en uç noktanın neye yol açabileceğini tahayyül ederken hiç kimsenin tam olarak kazanamayacağı, herkesin kaybedeceği bir ulusal kıyamet tasvir ediyor.

        Garland, farklı kuşaklardan gelen dört gazetecinin, New York’tan savaşın kalbi haline gelen başkent Washington DC’ye yaptığı yolculuğun hikâyesi üzerine kuruyor filmini. İç Savaş’ın çıkma nedenleri üzerine çok fazla şey söylemiyor aslında; siyasi tahlillere girmiyor. Sadece birkaç kritik noktanın altını çiziyor ve gerisini bize bırakıyor: Öncelikle, yürürlükteki ABD anayasasına aykırı olmasına karşılık ‘başkanlığının üçüncü dönemi’ndeki bir diktatör (Nick Offerman) yönetiyor ABD’yi. Filmde geçen diyaloglardan, emrindeki orduyu ve CIA’yi muhaliflere karşı kullandığını, federal devlet anlayışını temsil eden FBI’ı feshettiğini öğreniyoruz. Ordusundaki askerlerin ırkçı beyazlardan oluşması, kuşkusuz sürpriz değil. Tıpkı, az sayıda olsalar dahi onu destekleyen bazı siyahların olması gibi… Başkan’ın ayrılıkçı olarak adlandırdığı, kendilerine Batı Güçleri diyen karşı tarafın etnik olarak hayli geniş yelpazeye yayıldığını ve ABD’yi meydana getiren tüm bileşenleri temsil ettiğini görüyoruz. Başkan’ın askerlerinin medyayı hiç sevmemeleri ve basın mensuplarını öldürmekten çekinmemeleri de gazeteciler arasında konuşulan başka bir konu.

        Günümüz ABD’sinde yaşananlar üzerinden ilerleyen siyasi alt metin, filmin sadece bir katmanını oluşturuyor. En üst katmanda ise karakterlerin, içinde bulundukları ruh hallerinin ve aralarındaki ilişkilerin en az savaşın kendisi kadar önemli olduğu bir film seyrediyoruz.

        Kariyeri ve şöhreti İç Savaş’tan çok öncesine giden deneyimli foto muhabiri Lee Smith (Kirsten Dunst) filmin iki ana karakterinden biri. Yönetmen Alex Garland, filmin temel duygusunu, Lee’nin mutsuz, bezgin, karamsar ve umutsuz ruh hali üzerinden inşa ediyor. Zihninden geçip giden görüntüler aracılığıyla Lee’nin yıllar boyunca savaşın vahşetine birinci elden, çok yakından tanık olduğunu gösteren bir hızlı kurgu bölümü var filmde. Lee’nin hafızasının cehennemi bir yer olduğunu ve içindeki bu cehennemi hiçbir zaman tam olarak geride bırakamayacağını anlıyoruz. Mesleki açıdan belki zirvede ama olaylara sadece profesyonel açıdan bakmadığı için başarı onu mutlu etmiyor. İşini yaparken duygularını bir yana bırakamadığı belli. Geçmişte şöhret, para, hırs gibi dertleri varsa bile hepsini çoktan kaybetmiş durumda. Sadece işini yapmak istiyor ve başına geleceklerden pek korkmuyor. Washington DC’ye gitme kararı vermesi bunun açık kanıtı. Onu rahatsız eden nokta, işin riski değil, peşine takılanlar.

        Bunlardan biri filmin diğer ana karakteri, genç foto muhabiri adayı Jessie Cullen (‘Priscilla’dan tanıdığımız Cailee Spaeny)… Lee, daha tanışır tanışmaz saha tecrübesiyle hayatını kurtardığı çaylak Jessie’nin başkente gidecek ekibe dahil olmasına en baştan karşı çıkıyor. Engel olamayınca da yolculuk boyunca tatlı sert tarzıyla onun koruyucusu olmaktan vazgeçmiyor. Çünkü ona örnek olduğu için sorumluluk hissediyor. Jessie ise hayranlık duyduğu ve kendine örnek aldığı Lee’nin soğukluğunu, mesafeli tarzını kırmak için elinden geleni yapıyor.

        Garland aralarındaki usta – çırak ilişkisinden ziyade Lee’nin değişim sürecine odaklanıyor. Her şey bittiğinde, Jessie ve Lee’nin birbirlerine çok benzemediklerini görüyoruz. Birinde sorumluluk, diğerinde mesleki hırs ağır basıyor. Gazeteciliğe de farklı bakıyorlar. Aslında, üçüncü katmanda eski moda bir gazetecilik filmi seyrediyoruz; ama Garland’ın burada çok yeni ve farklı şeyler söylediğini iddia etmek zor.

        Hikâyenin bence farklı yanı, üç tecrübeli gazeteci ile Jessie’nin ilişkisi… Jessie’nin yaşamı tehlikeye girdiğinde sadece Lee’nin değil, gerektiğinde Joel (Wagner Moura) ile Sammy’nin (Stephen Mckinley Henderson) de kendilerini riske attıklarına tanık oluyoruz. Onların bu sorumluluk ve sahip çıkma duygularına karşılık Jessie’nin finalde geldiği nokta, en az siyasi alt metin kadar önemli.

        Dijital kamerası olmayan, eski usul fotoğraf makinesinde siyah beyaz film kullanan becerikli Jessie, başlarda sevebileceğimiz bir karakter. Garland, Jessie’nin psikolojik değişimi üzerinden sadece savaşın masumiyeti nasıl yok edebileceğini anlatmıyor. Savaşın vahşetinin insanlar üzerindeki farklı etkilerini gözlemliyor. İlk bölümde, birçok kişinin ölümüyle sonuçlanan canlı bomba eyleminin ardından savaş muhabirlerini otel lobisinde gördüğümüzde, Lee hariç diğerlerinin stresi çoktan geride bırakıp içkiyle rahatlayıp eğlendiklerini görüyoruz.

        Garland, iki ayrı gazeteci grubunun araçlarla yolda karşılaştığı sahnede Lee dışındakilerin adrenalin bağımlılığının altını çiziyor. Yaşlı Sammy’nin ekibe katılması, güvenli, huzurlu bir hayattan çok haz etmediğinin göstergesi. Jessie finale doğru neden bu mesleği seçtiğini daha iyi anlıyor; ‘Daha önce kendimi hiç bu kadar canlı hissetmemiştim’ gibi bir şey söylüyor. Lee’nin adrenalin bağımlısı olduğunu söylemekse o kadar kolay değil. Etik kurallara bağlı, idealist bir gazeteci. Benzin istasyonundaki adamı, işkence ettiği iki kişiyle yan yana çekmeyi teklif etmesi, Jessie’yi çok etkiliyor. ‘Bir daha asla duygularıma kapılmayacağım, sadece işimi yapacağım’ diyor Jessie. Ne var ki, Lee’nin asıl amacının orada tanık oldukları dehşeti dünyaya duyurmak olduğunu çözemiyor. ‘Belgeleme’ amacını mesleki hırsla karıştırıyor. Fark edemediği asıl nokta, Lee’nin insani duygularını hiç kaybetmeyen biri olması. Sadece işini yapıyor Lee. En doğru şekilde… Sahip olduğu mesleki deformasyonu da erdem olarak görmüyor.

        ‘İç Savaş’ın asıl ilgimi çeken yanı, gazetecilerin yolculuğu boyunca ülkenin yaşadığı maddi ve manevi tahribatın korkunç boyutlarını göstermesi oldu. ABD halkı, Pearl Harbor ve 11 Eylül travmalarından, ‘ülke dışındaki düşmanlara aman vermeyecek bir ulusal savaş’ manifestosuyla çıkmıştı. Filmde gördüğümüz İç Savaş ise, ülke topraklarının içinde baş edilmesi imkânsız upuzun bir travma olarak yaşanıyor. Amerikalıların genelde Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika ile özdeşleştirdiği savaş, kargaşa, terör, toplu katliam, sosyal kaos gibi tüm olumsuzluklar, bu kez kendi ülkelerini teslim alıyor. Eski güzel günleri akla getiren Charlottesville bile eski Vahşi Batı’nın iyi korunan kasabalarından farksız aslında. Alex Garland’ın asıl amacının Amerikalı seyircilerin bilinç dışındaki derin korkulara seslenmek olduğunu düşünüyorum. Finalde, diktatöre karşı savaşan birliklerin ateş gücüyle gelen acımasızlıklarının altını özellikle çiziyor. Sonuçta, silahsız siviller dahil herkesi hedef alıyorlar. ‘İç Savaş bir kez başladı mı, tüm insani değerler sona erer’ demeye getiriyor Garland.

        Kirsten Dunst, Cailee Spaeny ve Wagner Moura’nın oyunculuklarıyla öne çıktığı filmde Alex Garland, görüntü yönetmeni Rob Hardy ile birlikte Hollywood’un sevdiği distopya renklerinden uzak duruyor. ABD topraklarında sivillerin yaşadığı katliamı, şiddeti, dehşeti, gün ışığında canlı renklerle, olanca çıplaklığıyla göstermeyi tercih ediyor. Finaldeki Washington DC çatışmasını ise gecenin ışıkları altında geçen bir şehir savaşı olarak kuruyor. Oyuncuları yakından takip eden kamerayla genel çekimleri birleştiriyor. ABD’nin barış döneminden gelen popüler şarkıları ise savaşın yıkıcı sonuçlarına karşı iç burkucu bir kontrast olarak kullanıyor.

        ‘Ex Machina’ (2014) ve ‘Yok Oluş’ (Annihilation -2018) gibi iki önemli bilimkurgu filmine imza atan Garland, ‘art-house’ ile anaakım estetiğinin ortasında dolaşan bir yönetmendi bugüne kadar. 2022 yapımı, bulmacayı andıran korku – gerilim filmi ‘Adamlar’da (Men) anaakım estetiğinden epeyce uzaklaşmıştı. ‘İç Savaş’ ise önceki filmlerine oranla anaakım sinemaya çok daha yakın duran distopik bir aksiyon. Özellikle, Washington DC’de Başkan’ın güçlerine karşı verilen savaşı anlatan son sekans, çağdaş aksiyon sinemasının tipik örneği olarak geliyor karşımıza. Geçen hafta ABD gişelerinde gösterdiği başarı, Garland’ın geniş kitlelere ulaşan bir film çektiğinin açık kanıtı.

        ‘İç Savaş’ Garland’ın en sevdiğim filmi değil. Hatta, ondan hiç beklemediğim tarzda bir film olduğunu inkâr edemem. Ama aşırı sağın siyasi kutuplaşmayı nerdeyse kutsadığı ve toplumu ayrıştırmak için elinden geleni yaptığı çağımız için anlamlı ve kayda değer bir film olduğu kesin.

        7/10