Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Gamla Stan'da Hakkarili bir Süryani kitapçı!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Stockholm’ün, aynı zamanda bir ada olan Gamla Stan denilen eski şehrine kemerli bir kapıdan girilir. Kesme taşlarla döşeli yol sizi doğrudan Stortorget’e -ki “ana meydan”demektir- çıkarır. Kraliyet Sarayı ve Nobel Müzesi’nin de bulunduğu bu meydanın çevresini bir ağ gibi Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar sarmış. İşte o sokaklarda büyüleyici sahaf dükkanları vardır.

        Bu meydanın ve sokakların İsveç tarihi ve edebiyatında özel bir yeri var. Sadece İsveçliler değil, bir şekilde buraya yolu düşmüş ister mecburi ister gönüllü sürgün olsun, her milletten yazar bu şehirde bir şeyler yazmaya kalkıştığında, hikâye olsun, şiir olsun, roman olsun bir yolunu bulur, muhteşem lambaların süslediği bu sokakları, bu meydanı mutlaka o eserinin içine sızdırır. Efsunlu bir atmosferi vardır. Tarih vardır bu sokaklarda, ilk günden bugüne çivi çakılmamış. Şiirsel bir mimarinin tam ortasında kendinizi bir anda Ortaçağ’da bulabilir, gotik bir hikâyenin kahramanına dönüşebilir, bir polisiye roman kahramanı olup hepsi suya inen bu daracık pitoresk sokaklarda bir katili kovalayabilir ya da sadece tarihi düşünerek kendi tarihinizi yeniden yazabilirsiniz.

        Mesela Mehmed Uzun, “Rind'in Ölümü” romanında -ki fazlasıyla otobiyografik bir malzemedir kullandığı o malzeme- kahramanını bu sokaklarda sık sık gezdirir. Kahraman geceleri meydanda boş boş dolaşır, yağmur altında yürür, sahaf dükkanlarına uğrar, eski kitaplara bakıp sürgünde kendi köklerini bulmaya çalışır.

        Hayatının önemli bir kısmı bu şehirde geçmiş, mezarı bu şehirde olan bir başka sürgün Demir Özlü’nün de hikayelerinde bu mekânın özel bir yeri vardır.

        Ben de buraya her gelişimde, hemşerim Süryani kitapçının dükkanını ararım. Bulamam, ama bir sonraki gelişimde arayışımdan vazgeçmez, baktığım dükkanlara tekrar bakar, dükkânın içinde her daim meşgul olan sahafların yüzlerinde Hakkari’den gelmiş o hayali hemşerimin suretini ararım.

        *

        Ferit Edgü’nün “O” romanını okuduğumda, (ki ilk okumada roman gibi değil de bir anı kitabı gibi okumuştum) şehirde dolaşan O’nun girdiği Süryani kitapçıya takılmıştım en çok. Lisedeydim, burada büyümüştüm, hepimizin bildiği 1960’lı yıllarda Hakkari’de hiç kitapçı yoktu, Ferit Edgü bu Süryani kitapçıyı nerden bulmuş da buraya getirmişti?

        Romanda O, “bu dağ başındaki kente benzemeyen kentte” pis bir yağmur yağarken girer “dar kapılı ve penceresi olmayan” kitapçı dükkanına. O “loşlukta, bir iskemlenin üstünde oturmuş, elinde tuttuğu kitabı, kapıdan (yani ışıktan) yana hafifçe çevirmiş ihtiyar bir adam” görür, “ak sakallı ve gözlüklü, gerçek bir kitapçı…” Dükkânda “birkaç iskemle ve sehpanın üstünde gelişigüzel konulmuş eski kitaplar” var. Şehrin tek kitapçısıdır. Öğretmen kendini tanıtır, kitapçı zaten tanıyor onu şehirdeki herkes gibi. Kitapçı “izin ver alacağın kitapları ben sana seçeyim” der. “O” izin verir. Deri ciltle kaplanmış ve kapaklarında ne yazarın ne de kitabın adı olan on kitap seçer öğretmene kitapçı. Sahafın Süryani olduğunu o sırada öğrenir. Kitapları sarar sahaf, parasını da almaz, “okuduktan sonra bir dahaki gelişte ödersiniz” der. Öğretmen köye gider, karlar erimeye yüz tutup yollar açıldığında tekrar şehre gelir. Bir amacı da Süryani kitapçıya borcunu ödemektir. Ama dükkânı kapalıdır, yanındaki berbere sorar, “çoktan bu şehirden kaçtı” cevabını alır. Nereye kaçtığını kimse bilmez. “Garip, eski, anlaşılmaz, yabancı dillerden, artık modası geçmiş” kitaplar sattığı için bir gün gençler dükkanına girmiş, kitapları dışarı çıkarıp ateşe vermişler. Yalvarmış Süryani, “Hepsini size veriyorum, yakmayın, okuyun onları” demiş ama nafile. Ertesi gün çoluğunu çocuğunu alıp göçmüş şehirden.

        *

        Üç arkadaştılar. Ferit Edgü, Orhan Duru ve Demir Özlü… Üçü de çok iyi eğitim görmüştü. Üçü de yazardı, Ferit Edgü bir ara reklamcılık da yaptı, “O” romanı -ki 1982’de “Hakkari’de Bir Mevsim” adıyla filme çekildi- 1976 yılında yayınlandı. Orhan Duru birbirinden harikulade hikayeler yazdı, onun asıl mesleği gazetecilikti. Demir Özlü hukuk tahsili gördüğü halde yazarlıkta karar kıldı; 12 Mart’ta tutuklandı, 1979 yılında da İsveç’e gitti, bir sene sonra askerler darbe yaptı, o da memlekete dönmedi, sürgün olarak kaldı bu ülkede. Dostlarını özledi, onlara sık sık mektuplar yazdı. 1980 ya da 81 olacak, (Ferit Edgü tam hatırlamıyor) Demir Özlü Ferit Edgü’ye bir kart gönderir Stockholm’den. Kartın bir yüzünde yazının girişinde bahsettiğim eski şehrin (Gamla Stan) o muhteşem sokaklarından biri vardı. Kartın arka yüzüne de “Bu güzelim sokakta o kadar güzel sahaf dükkanları var ki,” diye yazar dostuna.

        Ferit Edgü o zamana kadar Stockholm’e hiç gitmemiş. Ama sürgündeki dostunun gönderdiği karta bakarken bir anda “Hakkari’de dükkânı yerle bir edilen, kitapları yakılan, ihtiyar Süryani Sahafı, Stockholm’de, o kartta gördüğü eski kitapçı dükkanlarından birinde” hayal etmeye başlar.

        Hikâye gelip onu bulmuştur. O Stockholm’de olmadığına göre dostu Demir Özlü’yü o dükkâna gönderebilir! Bir hayali kahramanla bir gerçek dostun karşılaşması nasıl olacak bakalım?

        *

        “O” romanının girişinde “gemisi kayalara çarpıp parçalanarak batmış ve kendini bir anda burada bulmuş” olan anlatıcı “Hakkari’ye” “Hak. kentim” diye seslenerek yeryüzünde böyle bir şehrin varlığından Kafka, Tolstoy ve Dostoyevski haberdar olsaydı “eserlerinin konusu mutlaka sen olurdun” der. Bir cümlesi de şu şekildedir:

        “Avvakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu, Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir, senin mağaralarında yaşardı.”

        Gerçi Avvakum Kafkasların berisindeki ıssız düzlüklere, soğuktan kaskatı kesilmiş Sibirya’ya kendi isteğiyle, öyle bir hayat seçtiği için gitmemiş, o tarihin en büyük zulümlerinden birisiyle karşılaşmış bir sürgündür. Sürgün hayatı olmuş, o da çilecilikte ısrar etmiş, iyi bir Hıristiyan’ın din yolunda ölmesi gerektiğine inanmış. Avvakum 1621-1682 yılları arasında yaşamış. Rus edebiyatının öncüsü sayılan bir papazdır. Onun için edebiyat, “inanç mücadelesinde” en büyük silahtır. (Çok sonra onun ülkesinde iktidara gelecek olan Bolşevikler, onun uhrevi inancının yerine seküler bir inanç koyarak, edebiyatı bu inancın aracı olarak yeniden tanımlayıp hem kendilerinin hem de bizim gibi ülkelerde yaşayan bir yığın yetenekli yazarın yeteneklerini körelttiler.) Fikirleri Rus Ortodoks kilisesinin fikirleriyle uyuşmaz ama o fikirlerinde ısrar eder. Misal istavrozu beş parmakla çıkarmaktan bir türlü vazgeçmez. Bu yüzden Sibirya’ya sürgüne gönderilir.

        Ama o bildiğinden şaşmaz. Eziyet görür, hapis yatar, işkence görür; karşılaştığı hiçbir insanlık dışı eylem onu bildiğinden vazgeçiremez. Aforoz edilir, hapse atılır, iki parmakla vaftiz olmasınlar, yazı yazmasınlar diye destekçilerinin parmakları, dilleri kesilir.

        Kütükten duvarlarla çevrili toprak bir hapishanede yıllar yılı tutarlar, hava yok, ışık yok, mezar gibi bir yer… Avvakum orada bile oruç tutar, dua eder. 1682 yılında, bir cuma günü Çar Fyodor Alekseyeviç’in emriyle, kütüklerle çevrili hücresi ateşe verilir, Avvakum içinde diri diri yakılır.

        “Hayatım” adlı eserini yakılmadan önce bu hapishanede yazar.

        Avvakum, Rus edebiyatında kendi hayat hikayesini yazan ilk yazardır. Tolstoy’u, Turgenyev’i, Gorki’yi etkilemiş. Gorki, “Hayatım” kitabını komünist dönemde okul müfredatına girmesi için çabalar. Yevgeni Zamyatin onun için der ki:

        “Avvakum’lar sağlık için gereklidir; Avvakum'lar yoksa onları uydurmak gerekir.”

        *

        Gelelim Ferit Edgü’nün “Leş” adını verdiği “toplu öyküler” kitabında yer alan “Sahaf” hikâyesine… Özünü kaybetmeden özetlemeye çalışayım.

        Hikâyenin kahramanı Demir Özlü bir akşam evine dönmeden önce Gamla Stan’daki dar sokakların birinde bulunan bir sahaf dükkanının önünde durur. Vitrinde Borges’in “Obras Completas”ının birinci cildi var, içeride başka kitaplar da bulabilirim diye girer içeri. İçerde İsveçliye benzemeyen bir adam var. Adam her halinden yabancı olduğunu belli eder, bu yüzden Demir Özlü onunla Fransızca konuşur. Söz dolaşır sahaf “Türk müsünüz?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca aralarında bir muhabbet başlar. Demir Özlü öğrenir ki sahaf Türkiye’nin doğusundan bir yerden on beş sene önce gelmiş Stockholm’e. Memleketteyken sahaflık yapıp yapmadığını sorar Demir Özlü, sahaf gelmeden önce yaşadığı şehirde küçük bir dükkânı olduğunu söyler. Demir Özlü, kitaplara bakmak istediğini söyler, sahaf izin verir. Bir yığın nadir kitapla karşılaşır raflarda, Türkçe kitap olup olmadığını sorar, “hayır hepsi memlekette kaldı” der sahaf. “Ama bazı el yazmaları görüyorum,” deyince, “Onlar Arapça, Farsça” der sahaf. Demir Özlü, “demek bana verebileceğiniz bir kitap yok” deyince sahaf, “rica ederim, istediğiniz kitabı alabilirsiniz” der. Bunun üzerine Demir Özlü, “Fransızca bir kitap istiyorum ama nasıl bir kitap, kimin kitabı bilmiyorum” der. Sahaf, “Fransızca değil de Fransızcaya çevrilmiş bir kitap verebilirim,” der ve ona bir kitap uzatır. Demir Özlü kitabı alır, bakar; “Avvakum, MA VİE” Demir Özlü “Hayatım” adıyla çıkan kitabı daha önce Türkçesinden okumuş ama bozuntuya vermez, kitabı alır, fiyatını sorar, sahaf “okuyun borcunuzu sonra ödersiniz,” der. Demir Özlü kitabı alır, dışarı çıkar, dışarıda yağmur yağmaktadır.

        Demir Özlü evde sahafı düşünmeye başlar, “neden özellikle de bu kitabı verdi bana, bir şeyler mi demek istiyor yoksa, neden ille de Avvakum” diye sorar kendi kendine. Kitabı bırakır bir kenara. Yoksa yaşadıkları bir yanılsama mı? Bütün bunları o hayal etmiş olabilir mi? Değil, kitap duruyor sehpanın üzerinde. Acaba sahaf ona bir şeyler mi demek istiyor bu kitapla? Avvakum ona bir şeyler çağrıştırıyor ama ne? Yerinden kalkar, kitaplığının önüne geçer, Ferit Edgü’nün “O” romanını alır raftan, romanın 10. sayfasında “Avvakum” adıyla karşılaşır, kitabın 36. sayfasında ise öğretmenin Süryani kitapçıyla karşılaşma bölümünü okur. Ferit Edgü’nün “O” romanını Avvakum’un “Ma Vie” kitabının üstüne koyar, sonra defterine “Sürgünde geçen garip bir gün daha” diye bir cümle yazar, uyur, ertesi gün koltuğunun altında iki kitapla Gamla Stan’daki sahafa tekrar gider, ihtiyar sahaf onu neşeyle karşılar. Ona kitabı daha önce Türkçesinde okuduğunu, ama kitabın onu bir dostunun romanına götürdüğünü, o romanda dostunun “Avvakum”dan bahsettiğini söyler. Sahaf, “Bilirim bir kitap her zaman bir başka kitabı çeker,” der. Demir Özlü, dostunun romanında bir Süryani sahaftan bahsettiğini söyleyince, Hakkâri ve Süryani kelimelerini duyan sahafın yüzü değişir, allak bulak olur. Sahaf kendini toplar, “Ben de Süryani’yim ve Hakkâri’den geliyorum,” der. Bu kez şaşırma sırası Demir Özlü’dedir. Sahaf der ki:

        “Ne rastlantı! Düş gücü, bir yerde gerçekle çakışıyor.”

        Demir Özlü, “düş gücü değil, arkadaşım Hakkari’de yaşamıştı” deyince sahaf, “Bir kazazede olarak mı?” diye sorar. Bu kez Demir Özlü şaşırır. Oysa ona göre Süryani kitapçı romanın bir parçasıydı, tamamen yazarın uydurduğu bir kahraman, oysa şimdi kuzey kutbuna yakın bu şehirde gerçekten de karşısında duruyordu, kanlı canlı bir halde.

        Demir Özlü, “Arkadaşımla Hakkâri’de karşılaştınız mı” diye sorar, sahaf, “Bilmiyorum, aynı yıllarda oradaysak, belki karşılaşmış olabiliriz, dostun yazar, ben sahaf olduğuma göre mutlaka uğramıştır dükkanıma” der. “Dükkanınıza gelmiş, siz ona on kitap seçip vermişsiniz, bir de harita gibi bir şey ama daha çok bir labirente benzeyen bir şey”. “Bunları kendisi mi anlattı size” deyince sahaf, “Hayır, hepsi romanında var” cevabını verir Demir Özlü. “Böyle birini hatırlıyorum, yağmurlu bir gündü, yüzü kazazede yüzüne benziyordu” der sahaf. Demir Özlü, arkadaşının ona borçlu olduğunu, izin verirse borcunu ödemek istediğini söyler. İstemez sahaf, “memleketteki borç memlekette kalır” der. Sadece Avvakum’un kitabı için 10 kron alır ondan. Demir Özlü, parayı verdikten sonra “sizden, Avvakum’dan ve sizin ona seçtiğiniz kitaplardan bahsediyor” diyerek “O” romanını hediye etmek ister, sahaf almaz.

        Hikâye böyle biter.

        *

        Hakkari’de Süryani kitapçının “O”ya seçtiği on kitaptan, romanının içinde Ferit Edgü teker teker bahseder. Ben onlardan üçünü seçtim. Birincisi eski yazı, iki değişik yazı, iki değişik elle yazılmış. Demek iki yazarı var. Ama ikisi de İbn Mukle denilen birisinden söz ediyorlar.

        İbn Mukle üç kez gömülmüş. İslam hat sanatının kurucusu. Oysa sağ eli kesik. Ve ondan bugüne kalmış hiç hat yok. Ama şiirleri var. Misal Abdullah İbn al Zariji, “Yazı sanatında İbn Mukle bir peygamberdir” diyor. Tarihçilere göre Arap yazısının kurallarını yaratan odur. Harflerin ölçülerini, birbirleriyle olan orantılarını ilk kez o koymuş. Hem bir vezir hem bir hattat. Sünni idi. Abbasiler döneminde oldukça hareketli bir hayatı vardı. Halife Radi Billah’ı devirmek istedi. Mektupları bulundu. Halife sağ eli kesilsin dedi. O kesilen elinin bileğine bir kamış bağlattı, yazmaya devam etti.

        İkinci kitap Kazvini’yi anlatan bir kitaptı; Muhammed Bin Muhammed Kazvini, kitabın adı Acaip Al-Mahlükat, Hicri 898 yılında yazılmış. Bitkileri anlatıyor, hayvanları anlatıyor, insanları anlatıyor. Mesela hurma ağacını… Ona göre bu mübarek ağaç yalnız İslam ülkelerinde yetişir. Peygamber efendimiz (S.A.S.) bu ağaçtan söz ederken, Hurma ağacına iyi gözle bakın, o sizin halanızdır, demiş. Zira, Adem peygamberin yaratıldığı limonun kalıntısından doğmuş hurma. Hurma ağacı (ki bir palmiyedir) dik ve düz gövdesinin alımıyla, dişi ve erkek olarak iki karşıt cinse ayrılışıyla ve bir tür çiftleşme sonucu ürün vermesiyle, insanoğluyla şaşırtıcı benzerlik gösterir. Hurma ağacının tepesi kesilecek olsa, ölür. Çiçekleri ise yoğun sperma kokusu salar…

        Süryani sahafın öğretmene verdiği onuncu kitap ise kapağı eskimiş ceylan derisindendir. İlk sayfasında bir “O” var. Ne olabilir ki… Yoksa bir sayı mı? Yoksa bir işaret mi? Yoksa Fenike alfabesinin göz anlamına gelen O’su mu? Yoksa geometrik bir biçim mi? Yoksa bir simge mi? Yoksa bir hiç mi? Bir ünlem mi? Yoksa dilimizin üçüncü tekil şahıs zamiri mi? Yoksa bir sıfat mı? Yoksa dünya mı? “Bilmiyorum, Süryani’nin bir kitap diye verdiği O, bir kitap değil gerçekte,” der yazar.

        *

        Ama ben biliyorum. Süryani’nin öğretmene verdiği o kitap, Ferit Edgü’nün yazdığı o sırada okumakta olduğumuz “O” adlı romandır.

        *

        Demir Özlü askeri darbeden tam dokuz yıl sonra memlekete dönebildi. Arkadaşı Ferit Edgü’yle karşılaştıklarında, “Stockholm’de hikâyeni okumuş dostlarım, bana, Hakkarili Süryani’nin dükkanını soruyorlar,” demiş gülerek.

        Demek ki romanı okuyup Hakkari’de böyle bir kitapçı olduğunu, onun da yıllar sonra kaçarak İsveç’e gittiğini, Stockholm’de bir sahaf dükkanı açtığını, Demir Özlü oralarda dolaşırken, o sokaklardan birinde onun dükkanına rastladığına inanmış, bütün bunların gerçek olduğunu sanmışlardı.

        Tıpkı, Seyyit Hamit Badincani adında bir “İslam bilginin” Cervantes’in “Don Kişot” romanının yazarı olduğuna bazılarının inanması gibi…

        Onun ilginç hikayesi de haftaya...