Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Londra mektubu: Sanat dolu bir hafta
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yaklaşık iki hafta önce Londra’daki Tate Modern müzesine adım atarken ek amacım vakit öldürmek, müzede biraz daha kalmamın tek nedeniyse başlayan yağmurdan korunmaktı. Ama daha sonra, sadece katarsis olarak adlandırabileceğim bir tecrübe yaşadım içeride ve kendime gelebilmek için nehir kenarında epey bir yürümem gerekti. Ancak o zaman açılıp gündelik hayata geri dönebildim.

        Tate Modern daha önce de ziyaret ettiğim bir müze. Bu aralar Yoko Ono sergisi var. Şubat ayında 91 yaşına basan Ono birkaç sene önce kamusal alandan hayatın bekleme odasına çekildi. Çok ama çok uzun zamandan beri de sanat eseri üretmiyor. Tate Modern’deki de 60’larda ürettiği eserlerden oluşan ve dünyanın çeşitli şehirlerini dolaşan bir retrospektif. New Yorker yazarı Louis Menand da bir süre önce benzer bir sergiyi Vancouver’da yakalamış, ben de burada bahsetmiştim.

        Ben de Ono’nun sanat çevrelerini aşıp evlendiği o meşhur kişi sayesinde popüler kültüre de mal olan eserlerini daha önce MoMA’da da görmüştüm. 2015’te MoMA’daki Yoko Ono retrospektifi o zaman için entelektüel bir merak, küçük yaşlarımdan beri şarkılarını obsesif bir şekilde dinlediğim adamın pek çoklarınca hiç sevilmeyen eşini sanatçı olarak tanıma girişimiydi.

        Tarihi bugünden yargılama yanılgısına düşüldüğünde Yoko Ono’nun sanat eserleri ilk bakışta çarpıcı gelmeyebilir. Onlarca yıl boyunca ondan ilham almış, onun yaptıklarının üzerine kendi eserlerini bina etmiş başka sanatçıları çok daha çarpıcı, sınırları zorlayıcı bulmak mümkün. MoMA’da hissettiklerim de aşağı yukarı böyleydi; öncülüğünü teslim etmekle beraber bugün çok daha ileriye giden sanatçıların ilk örneği olarak görüp sadece saygı duymuştum.

        Tate Modern’da kafamdaki önyargılarla dolaşırken Ono’nun “Grapefruit” adıyla kitap olarak yayımlanan “talimatlarını” teker teker okumaya başladım. Kısacık cümlelerden oluşan bu talimatlar Ono’nun sanat üretiminin merkezi. Her eserin bir talimatı var, hepsinin ana hatları hayata geçmeden önce talimatlarla belirlenmiş. Ono’nun bütün eserleri izleyicileri katılımcı olarak dahil etmeye ya da sanatı kendi başlarına hayata geçirmeye yönelik.

        Bazı talimatlar araç gereç gerektiriyor: “Bir cam levhanın tam ortasına çivi çak, parçaları rastgele adreslere gönder.” Kimi, sanat eserini ortadan kaldırmak üzerine: “İnsanların resimlerinizi kopyalamalarına da fotokopilerini çekmelerine izin ver, orijinalleri yok et.” Çoğu insanın kendi kendine gerçekleştireceği, içlerinden bazılarıyla neredeyse imkansız performanslar: “Bir ay boyunca odada kal. Konuşma. Görme. Ay sonunda fısılda.”

        O tanıdık ifadeye ise sık sık başvuruyor: “Imagine.” Mesela, “Gökyüzünde aynı anda bin güneş olduğunu hayal et. Bir saat boyunca parlasınlar. Sonra yavaşça gökyüzüne erimeye bırak. Ton balıklı bir sandviç yap ve ye.”

        *

        Koca bir duvarda ayrı ayrı kartpostallara asılı bu talimatları okumaya çalışırken arkamda bir çift kıyafetlerini giyip siyah bir çuvala giriyordu. Onlar çuvalın içinden bizi görüyor ama biz onların ne yaptığını göremiyorduk, sadece hayal ediyorduk. Güreşiyor, kavga ediyor ya da sevişiyor gibilerdi. Kara çuval dövüşmeyle sevişmenin adeta iç içe geçen eylemler olduğunu hatırlatıyordu.

        Az ileride bir kadın elinde çekiçle duvarda asılı tahta tuvalin üzerine dev çiviler çakıyordu. 60’larda bu eserini Londra’daki Indica galerisinde sergilediğinde sonradan evleneceği o çok ünlü adam Ono’ya çivi çakıp çakamayacağını sormuştu. “Beş shilling,” diye yanıt vermişti Ono. Adamsa “Ben şimdi sana hayali bir beş shlling vereceğim, sen de bana hayali bir çivi vereceksin,” demişti. Hikayenin devamını herhalde bilmeyen yok.

        İnsanlar Ono’nun talimat verdiği gibi eserlerine birebir dahil olurken benim vücudum açıklayamadığım tepkiler vermeye başladı. Önce çenemin gerildiğini, geri geri çekilmeye başladığını ve ağız bölgemin kilitlendiğini hissettim. Bir ara ayakta duramayacak gibi oldum, hemen sonra nereden geldiğini anlamadığım gözyaşlarımı dindirmeye çalışıp gözlerimi yordum.

        Yoko Ono’nun eserleri kartpostal üzerine kartpostalla beni kendi hayal dünyasına çekmeyi başardı. O an Indica Gallery’e gelen genç adamın da bu eserleri görüp nasıl etkilendiğini ve bu kadınla beraber bir hayat yolculuğuna çıkmaya karar verdiğini…evet…hayal ettim. Ben de belli ki bir yerden başka bir yere iç yolculuğa çıkmıştım ve bu yazılar tetikleyici olmuştu.

        *

        Yoko Ono’nun en iyi işi olarak kabul edilen “Cut Piece” de seyirci katılımına dayanıyor. Hemen hemen bütün eserlerinde olduğu gibi bu da sanatçı olmadan yeniden üretilebilir, başka insanlar tarafından hayata geçirilebilir. Tate Modern’de bu eser canlı icra edilmiyor. Ama dev bir ekranda Ono’nun bizzat sahnede olduğu ve ziyaretçilerin ellerine aldığı dev makasla üzerindeki kıyafetten—talimat gereği kişinin en pahalı kıyafeti olması gerekiyor—parçalar kestiği bir video dönüyor. Bu kayıt YouTube’da da var ve erkeklerin hemen hemen hiç kımıldamadan oturan Ono’yu sırayla soymaları fazlasıyla biliniyor.

        Ono’nun yüzü koca duvara yansıdığında bir kadının özel alanının erkekler tarafından keyifle, zevk alınarak, gizli bir vahşetle bir şekilde iğfal edilmesinin yarattığı tedirginliği daha yakından görmek mümkün. Belki o an salonda olanların bile hissedemeyeceği, makası kapmak için sıraya girme heyecanından göremeyeceği bir endişeyi kamera kaçırmamış.

        Louis Menand bu eserin sergilendiği yere ve zamana göre anlamını değiştirdiğini yazıyor. 2003 yılında Ono, New York’ta sergilediği performansın 11 Eylül’e tepki ve dünya barışına çağrı olduğunu söylemişti. Bu performansı video’dan izleyen Menand’a göreyse “Cut Piece”te asıl temsil edilen Hiroshima ve Nagasaki, Tokyo’nun bombalanması.

        Çok uzaklarda bir ülkedeki insanların güvenliğini hiçe sayan birtakım siyasetçilerin—hepsi erkek—bomba emrini vermesi gibi, Yoko Ono’nun sutyeni de dahil onu iştahla makaslamak için sıraya girenler aynı kaynağın ürünü. Ono bu video çekildiğinde çok genç, çok dayanıksız gözüküyor ama yüzünden tarihin ve travmanın etkisi okunuyor.

        *

        Sergide diğer salonlara geçtiğimde aklım başımda değil, bir dini ritüel ya da kimyasal bir tecrübeden çıkmış gibi zihin ve beden koordinasyonu kaybetmiş gibiydim. Yarısı kesilen mobilyalara, en tepesinde tavandaki “Yes” yazısını okumak için büyüteç bulunan merdivene, meşhur yeşil elmaya, tam ortasına çivi çakılan cam levhaya bakıyordum ama görmüyordum.

        Bir başka odada mavinin farklı tonundaki keçeli kalemlerle insanlar duvarlara aklına gelen ne varsa yazmıştı. Sergiye belli ki ilk açıldığı günlerde gelip zeminin henüz boş olduğunu fark eden bir Türk bu fırsatı “Beşiktaş ULAN!!” yazmak için kullanmıştı. Londra’da bir müzenin zeminine Beşiktaş yazmakla duvara “Free Palestine!” sloganını boyamak arasında bir derinlik farkı yok. İkisi de laf olsun diye üzerinde düşünülmeden yazılmış olmalı. İkisi de özünde ergen tatminiyle alakalı. İlki belki gırgırına, ama ilkel bir fanatizm ve eril zafer duygusundan geliyor; diğeri kendince barışa katkıda bulunduğunu düşünen birinin vicdanını aklama ve böylece hayatını daha erdemli sürdürdüğünü kendi kendine ikna çabası. İnsanlar öldürülürken dünyanın en pahalı şehirlerinin birinde 25 pound verilerek gezilen bir sergide duvara yazılan sloganlarla barış gelmiyor; bilmeyen varsa hatırlatayım.

        Ono’nun talimatları yazılacak mesajın içeriğine dair herhangi bir kısıtlama getirmiyor. Ama hayal etmeye dair bunca talimatın ardından insanların bembeyaz bir odayı böylesi sıradan ve hayal gücünden yoksun cümlelerle doldurmaları çoğunluğun sığlığı hakkında yeteri kadar fikir veriyor ve tedirgin ediyor. Bu bembeyaz odayı mavi kalemlerle sloganlarla donatanların Ono’nun kıyafetlerini makasla kesmek için sıraya girenlerden farkı yok. Bembeyaz boş bir odayla bir kadın bedeni arasında paralellik var aslında. İkisi de mahrem. İkisi de iğfal edilmeye hazır. Ve bu suiistimali yapanlar farkında bile değil. O odanını bembeyaz kaldığını hayal et.

        *

        Yoko Ono’nun sergisi alanın dışındaki dilek ağacıyla bitiyor; Telli Baba’da dilek tutmaktan pek farklı değil. Ama hemen önce “My Mommy is Beautiful” adlı yerleştirmesi var. Ono’nun talimatları burada da sürüyor: “Tuvale annene dair bir hatıra yaz ve / veya onun bir fotoğrafını yapıştır.” Giderayak son bir darbe daha vurmak, bir kez daha sarsmak için stratejik olarak yerleştirilmiş adeta.

        Duvarda post-it’ten biraz büyükçe binlerce kağıda insanlar anneleri hakkında kimi çok yüzeysel, kimi çok sıradan, kimi ayrıntılı, pek azı da çarpıcı mesajlar yazıp asmışlar. Bazıları sahiden de annelerinin fotoğrafını yapıştırmış: o an yanlarında mı vardı yoksa bir dahaki gelişlerinde mi getirdiler?

        İçlerinde bir tanesi özel olarak dikkatimi çekiyor: Damien Smiler isimli biri kitap kapağını andıracak şekilde tasarladığı kağıtta kendi adını yazar, mesajı da kitap adıymış gibi kullanarak “Where is my mother?” yazmış. Bu basit gibi gözüken cümle, tıpkı Hemingway’in altı kelimelik öyküsü gibi, aslında çok uzun. Yoko Ono daha sonra dijital ortama da taşıdığı “My Mother is Beautiful” işine isteyenin duvara roman bile yapıştırabileceğini talimatlara eklemişti. Bu bakımdan kitap kapağı gibi gözüken bu kağıt parçasıyla Ono’nun talimatı arasında mükemmel ilişki kurulmuş gibi gözüküyor.

        Sonradan Damien Smiler’ın kim olduğunu aratıyorum ve Londra’dan bir punk rock müzisyeni olduğunu öğreniyorum. O kağıdı Smiler mı yazdı, annesi hakkında bir şarkısı mı var, yoksa hikayenin aslı başka mı diye biraz daha araştırmak isteyip kendimi durduruyorum. Bir an kendimi Google başında bir başkasının mahrem alanını ihlal etmişim gibi hayal ediyorum. Vazgeçiyorum.

        *

        Kendini Türk gazetelerinin günlük magazin eklerine yazan biri gibi hayal et.

        Yazına “Sanat dolu bir hafta” diye başlık at.

        Sadece kendin oku.

        *

        Sanat dolu Londra turum birkaç gün sonra Hyde Park’ta devam ediyor. Havanın ılık mı yağmurlu mu olduğunu tam anlayamadığım bir saatte belki de konum olarak dünyanın en güzel galerisi Serpentine’a doğru yürüyorum. Amacım Refik Anadol’un “Echoes of the Earth: Living Archive” adlı eserini incelemek. Ama parktaki patika beni Anadol’un yeryüzünden yansımaları ve yaşayan arşivindense diğer Serpetine’da Barbara Kruger sergisine çıkartıyor.

        Yaşayan kadın sanatçıların belki de en ünlülerinden olan Kruger hem feminist hem de anti-kapitalist—bu ikisi çoğu zaman birbirinden ayrı ilerlemiyor—sanatın öncülerinden. Bu sefer de, geçmişteki işlerinden bazılarını video ekranlarına uyarlayarak güncellemiş. Bir de son yıllarda yaptığı başka video yerleştirmeleri sergiliyor.

        Birkaç gün arayla yaşayan iki dev kadın sanatçının sergisini ziyaret edebilmek büyük bir ayrıcalık. Yoko Ono’nun işleri ne kadar insanın duygularıyla, iç organlarındaki titreşimlerle alakalıysa Kruger doğrudan beyni hedef alıyor. Reklam sloganlarını andıran mesajları direkt ve kışkırtıcı. 1989’da Washington D.C.’deki kadınlar yürüyüşü için hazırladığı “Bedenin bir savaş alanı” sloganlı poster 2024 yılında etkisini kaybetmediği gibi, belki bugün daha da geçerli. Geçtiğimiz hafta Amerika’daki Yüksek Mahkeme bir kez daha kürtajı masaya yatırdı, kürtaj haplarını yasaklamayı görüşmeye başladı.

        Kruger bir başka video’da kaynağı belirtilmeyen ama “woke” olduğu belli bir makaleyi adeta kırmızı kalemle düzeltir gibi üzerini çiziyor, notlar ekliyor, açıklıyor. Makalede “Kimlik geri geldi,” diye bir cümle var, Kruger da “Nereye kaybolmuştu ki?” diye düzeltiyor.

        Mesajlarını çoğunlukla Futura Bold yazıtipiyle kırmızı zemin üzerine yazan, yetersiz ve cahil beyinlerin Supreme logosuyla karıştırdığı şeritleri siyah-beyaz fotoğrafların üzerine yerleştiren Kruger’ın bir başka işi çağımıza uygun olarak TikTok ve Instagram video’larının derlenmesi. Bu sefer kendi mesajları değil, Voltaire’den alıntılar ve Kendrick Lamar’ın şarkı sözleri kedi video’ları birleştirilerek gösteriliyor.

        Evrenin dışından biri insanlığın şu anını izleyip tarihe kaydetse her yer ve zamanda ellerindeki küçük ekrana boyunlarını eğip bakan kitleler görecek. Kruger, tıpkı Yoko Ono’nun yok edilmesini teşvik ettiği sanat eserleri gibi, aslında bakmamamızı istiyor.

        *

        Serpetine North sadece birkaç yüz metre uzakta ve hemen yanında kış bahçesini andıran şık bir cafe’si var. Galerinin girişinde birçok Türk var. Türk oldukları sadece Türkçe konuşmalarından belli olmuyor; yurtdışındaki ayrıcalıklı Türkler kendilerini anında belli eden birtakım işaretleri var. Kadınların hemen hepsinin Louis Vuitton çantaları ve Gucci ayakkabıları var; hemen her zaman LV ve Gucci birlikte kullanılıyor.

        Kıyafetler sadece kendini ele veren simgelerden bir kısmı—kimlik geri gelmişti değil mi? Saç kesiminden boyasına, fönün çekilme şekline, erkeklerin hal ve tavırlarından göbek şekillerine, mesnetsiz özgüvenlerine ve çıkardıkları seslere kadar doğada kendilerini hemen ayırt edebiliyor Türkler. Birbirimizi hemen fark edebiliyoruz. Ama en baskın olan yeni paranın hışırtısı.

        The Row gibi markaların sunduğu sessiz lüks estetik yerine gürültülü servet sadece Türklere özgü değil. Londra, özellikle yeni paranın park yeri ve dünyada gelir dağılımı arasındaki uçurum açılırken, varlığını katlayanların tercih ettiği liman. Rusya’dan Çin’e, eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden Körfez Araplarına kadar dünyada birilerinde çok fazla para var, ancak bu paranın tatminini ancak dışarıya vurarak tatmin oluyorlar. Bunu en net Londra’da görmek mümkün.

        Son yıllarda sanat gibi görünen birtakım abartılı işlerin etiket fiyatının artması da dünyada kolay paranın dolaşımıyla bağlantılı. Refik Anadol yaptığı pahalı ekran koruyucularıyla sanatta içerik aramaktansa dekoratif unsuru önemseyen yeni paraya hizmet eden, gösterişi tamamlayan hizmet sağlayıcısı aslında.

        Anadol’un işleri bir mağazanın yılbaşı dekorasyonunun ötesine geçmiyor. Renkli, canlı canlı, kendisine baktırıyor ama sonra hızlıca yanından geçiliyor. Geride bırakıp herhangi bir etkisini hissetmeden, kalıntılarını taşımadan hayata dönmek mümkün.

        Sanatın bir söz söylemesi gerektiğini düşünenlerin antitezi o; Yoko Ono gibi duygulara hitap edip Barbara Kruger gibi düşündürmüyor. Hatta belki de popüler sanatın bu çağda artık söz söylememe zorunluluğu olmadığını kanıtlıyor, çünkü alıcısı böyle istiyor. Kurnaz olduğu için de doğrudan hiçbir şey söylemiyor değil, “bir şey” söylermiş gibi yapıyor. Yapay zeka, makine öğrenimi, veri görselleştirilmesi gibi yeteri kadar süslü sözleri bulamaç yapıp ortaya atınca ortalama tüketici onun üst perdeden konuştuğunu, sıradan insanların anlayamayacağı büyük tespitler yaptığını zannediyor. Yılbaşı alışverişinde yüzde 50 üzerine yüzde 40 indirimin yüzde 90’a eşit olduğunu düşünenler gibi.

        *

        Los Angeles’taki Hammer’dan New York’taki MoMA’ya şimdi de Londra’da Serpentine’e kadar gördüğüm bütün ekran koruyucularında Refik Anadol’un mesajı aynı: bir mesajı yok. Sanatçı olarak kendisini topluma karşı sorumlu da hissetmediği seri üretime bağladığı bu işlerinden belli. El değiştiren parayla birlikte evrimden geçen kültürün sonucu Anadol’un alıcısı çok, o yüzden dünyanın merkezi olan şehirlerde karşınıza bir tane işiyle çıkıveriyor. Bir mantar gibi yayıldığı yerler sadece kültürün baskın olduğu kentler değil, paranın, çok paranın el değiştirdiği noktalar.

        Eskiden, gerektiğinde bir tabloyu görmek için seyahat edilirdi. Refik Anadol sanatı herkes için kapısına kadar getiriveriyor. Ve bu faturayı ödeyecek birilerini buluyor. One Hyde Park adresinde ışığı yanmayan apartman daireleri gibi onun da alıcısı var ve kapış kapış gidiyor.

        Londra’daki son gösterisinde içerideki hemen herkes hipnotize olmuş gibi Anadol’un eski işlerinin benzeri yeni bir ekran koruyucuyu izliyordu. Çoğunluğu Türk olan bu ziyaretçiler, bir kısmı memleketin halinden bunaldığı için kapağı yurtdışında atan o ayrıcalıklı sınıf mensupları, anavatan hasretini böylece aşıyordu. Hayallerindeki görmek istedikleri çağdaş Türkiye tablosuna bakar gibi. Ne kadar modern, ne kadar yenilikçi, ne kadar olmak istediğimiz gibi. İleri. Tekno. Renkli.

        *

        Anadol’un durmaksızın çalışan “big data” yüklediği “server”ları sanatın bir fonksiyonu gibi dünyayı anlamamıza yardımcı olmaktansa yavaş yavaş yaşadığımız gezegeni yok ediyor. Dünyada veri tabanları saklamak toplam enerji maliyetinin yüzde 1 veya 1.5’una tekabül ediyor, ancak yapay zekaya yönelik ilgi tüketimi çok daha fazla artıracak gibi. Kripto paralar bir başka suçlu. Sadece çip üreticisi NVIDIA’nın 2027 yılında bir buçuk milyon server kullanacağı öngörülüyor; durmaksızın çalışan bu server’ların dünyaya elektrik maliyeti bazı küçük ülkelerin toplam enerji tüketimi kadar.

        Anadol’un işlerinin sığlığıyla kitlelerin uyuşturulması, kandırılması entelektüel bir deformasyon ve bu büyük uykudan bir gün uyanabilme ihtimali var. Bu ekran koruyucularını hayatta tutan server’ların ihtiyacı olan enerji ise dünyanın öz kaynaklarından çalıyor. Burada entelektüel bir tartışma değil, somut bir tehlikeden söz edilebilir artık.

        Enerji tüketimi bu hızda devam ederse Anadol’un yapay zekayla galeri duvarlarında oynattığı mercanlar, yosunlar, yağmur ormanları, bitki örtüsü kuşkusuz ilk yok olacaklar arasında. Dünyayı elimizdeki ekrana indirdikten sonra doğayı da Anadol’un ekran koruyucularından görebileceğiz sadece. En bilinen Türk sanatçının dünyaya katkısı bu. Hayal et.

        *

        Dünyadaki bütün server’ların aynı anda çöktüğünü, hiçbir veri kalmadığını hayal et.

        Bildiğin ne varsa sıfırdan öğren.

        Akşam Mr. Chow’a yemeğe git.