Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Amerika’nın en iyi 10 doktorundan biri

        HT PAZAR/ Anıl EMRE

        Nisan ayında, ABD’de yayımlanan Turk of America Dergisi, dünyaca ünlü Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde profesör olan Şükrü Emre’yi, Amerika’da yaşayan en etkili 50 Türk’ten biri seçti. Ancak Prof. Emre bu tarz ödüllerin yabancısı değil. 2005’te de Amerika’nın en iyi 10 doktorundan biri seçilmişti. Dahası, istisnasız her yıl New York Magazine tarafından Amerika’nın en iyi doktorları arasında gösteriliyor. Karaciğer nakli konusunda dünyanın en önemli otoritelerinden sayılan Prof. Şükrü Emre’yle Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği bir konferans için geldiği İstanbul’da buluştuk. Doçentlik yaptığı İstanbul Üniversitesi’nden dünya çapında bir profesör olmaya uzanan yolculuğunu, Amerika’da Türk olmayı ve Türk tıbbını konuştuk.

        ■ 1988 yılında Amerika’ya gitmişsiniz. O yıllarda bir Türk için Amerika’da tutunabilmek zor muydu? Çok zordu. O zaman, Türkler daha Amerika’yı keşfetmemişti. 1930’larda, 1940’larda giden bir grup olmuş. Hekimler ağırlıkta Amerika’da o zaman hekim açığı çok olduğu için imtihansız alınmış bu insanlar. 1950’ler, 1960’lar, 1970’lerdeyse ancak çok imtiyazlı talebeler gitmiş. Türklerin Amerika’yı asıl keşfi 1980’lerin sonunda başlıyor. Referans olan, yol gösteren kimse yoktu; çünkü bir ilişki yoktu Amerika’yla. Mesela bir tane bile Türk lokantası, Türkiye’den gelen hiçbir ürün yoktu. Şu anda sadece New YorkNew Jersey-Connecticut bölgesinde 112 tane Türk lokantası var. İkincisi, Türk tıbbı o zamanlar dışarıya çok kapalıydı. Bir de lisan problemi vardı. Ben bir kolej talebesi değilim, İngilizce biraz okuyabiliyordum ama konuşmaya gelince sıfırdı. 35 yaşında eşiniz ve bir çocuğunuzla bu adımı atmak kolay değildi. Üniversiteden ilk maaşımın Amerika’ya ulaşması 6 ay aldı. Maaşlar toplanıp toplanıp geliyordu, aylarca beklerdik.

        ■ Böyle bir adımı atmaya nasıl karar verdiniz? İstanbul Üniversitesi’nde doçenttim. Karaciğer, pankreas ve safra yolları hastalıkları uzmanıydım. Karaciğer nakli, karaciğer hastalıklarının doğal bir uzantısı. O zamanlar nakiller çok az. Sirozlu hastalara fazla yardım edemiyoruz, kanser oldukları zaman ameliyatı çok zor. Karaciğer yetmezliği için ameliyatı kaldırmaları da zor oluyordu. Transplantasyon yani nakil şart. Ben de öğrenmek istiyorum. Atladık gittik.

        ■ Amerika maceranız nasıl başladı? 1988’de Brooklyn’de bir üniversite hastanesinde çalışmaya başladım. Önceleri araştırma görevlisiydim, ameliyatlara girip çıkıyordum gözlemci olarak. 1.5 sene sonra Mount Sinai adlı hastanede yeni kurulan karaciğer nakli birimi için görüşmeye gittim. “Para istiyor musun?” diye sordular. “Para önemli değil, öğrenmek istiyorum” dedim. “Söz, sana para da bulacağız” dediler ve öylece başladık. Ben başladığımda Mount Sinai’de yapılan karaciğer transplantasyon ameliyatı sayısı toplam 87’ydi. 2007 yılında Mount Sinai’dan Yale Üniversitesi’ne geçmek için ayrılırken yapılan ameliyat sayısı 3 binin üzerindeydi. MUSEVİ

        HASTANESİNDE BİR MÜSLÜMAN

        ■ Mount Sinai, 1800’lerde başka hastanelerde tedavi görmelerine imkân tanınmayan Musevi hastalar için açılmış bir hastane. Doğal olarak insan merak ediyor. Müslüman olmanız burada yer edinmenizde önünüze çıktı mı? Bilim söz konusu oldu mu inanç farklılıkları da, politik görüşler de bir yana bırakılır Amerika’da. Belki bir

        Müslüman’ın bir Yahudi hastanesinde bu kadar ileri noktalara gelmesi birçokları için şaşırtıcıdır ancak işler Amerika’da böyle yürümüyor. Dolayısıyla bir dezavantaj yaşadığımı söyleyemem. Belki bir küçük olay hariç. Ben Mount Sinai’da pediyatrik cerrahiyi kurmak için görevlendirildiğim zaman, hastanede doktorluk yapan genç bir Yahudi kız, yüzüme değil ama beni seçen kurula karşı, “Şükrü bir Müslüman, bunlar kadınları ikinci plana atarlar, niye getiriyorsunuz?” demiş. Tabii bunu söyleyen kişi benim 3 kızımın olduğunu bilmiyor; Müslümanlık’ta böyle bir ayrımcılık olmadığı gibi ayrıca benim bir Türk olduğumu ve Türk kültüründe kadınlarımızın ne kadar önemli olduğunu bilemeyecek kadar da cahil. Bu ırkçı yaklaşımından ötürü işinden oldu. Bu da Amerika’nın belirli olaylara nasıl baktığının çok güzel bir göstergesidir. ■ Yale Üniversitesi’ne geçişiniz nasıl oldu? Mount Sinai’de karaciğer ve böbrek transplantasyonu birimlerinin başındaydım ancak tüm transplantasyon merkezinin şefi değildim. Yale’den gelen teklif ise kalp, böbrek ve karaciğer olmak üzere tüm transplantasyon ekiplerinin başına geçerek şef olmamdı.

        Bir organla 3 kişiyi kurtardı, en iyi 10 doktor arasına girdi

        ■ 2005 yılında Amerika’nın en iyi 10 doktorundan biri seçilmenizi sağlayan meşhur bir olay var, bir organla 3 kişiyi yaşatmanız. Bundan bahsedebilir miyiz? Split karaciğer dediğimiz bir teknik var. Şayet kadavra vericiden gelen karaciğer iyiyse biz bu karaciğeri iki parçaya bölebiliyoruz; küçük olan parçayı çocuk hastaya, büyük olan parçayı yetişkin hastaya takıyoruz. Bir de FAP dediğimiz bir hastalık var, karaciğerdeki belirli bir enzim eksikliğine bağlı olarak amiloid dediğimiz bir proteinin vücutta birikmesinden kaynaklanan. Bu birikme 20-30 yıl alıyor. Demek ki biz bu karaciğerleri yeni bir bünyede en azından 20 sene boyunca sorunsuz olarak kullanabiliriz. Amiloidli hastadan çıkan karaciğeri başka bir hastaya takıp 20 sene kazanabiliyoruz. Organ sayısının azlığından dolayı bu karaciğerleri kullanmaktan yanayız. Buna da domino transplant diyoruz. Amiloidli hasta, kadavradan çıkan karaciğeri alırken bu hastanın karaciğerini de başka bir hastaya takabiliyoruz. Çocuk hastalarımdan birine bir karaciğer çıktı. Küçük parçayı bu hastaya taktık, büyük parçayı da amiloidli hastaya taktık. Amiloidli hastadan çıkan karaciğeri ise başka bir hastaya taktık. Böylece bir karaciğerle 3 tane transplant oldu. Tabii bu yaklaşık 24 saat süren bir maraton. Önce verici ameliyatına gidiyorsunuz, karaciğeri ikiye ayırıyorsunuz, üzerine 3 alıcı ameliyatı arka arkaya yapıyorsunuz. Zamana karşı yarışıyorsunuz ve hiç hata kabul etmeyecek bir operasyon. Bu ameliyattan ötürü beni Amerika’nın en iyi 10 doktorundan bir tanesi seçtiler.

        ‘En büyük açık mezuniyet sonrası eğitimde’

        ■ Şu anda Türkiye’de yetişen doktorlar uluslararası anlamda rekabet edecek düzeydeler mi? Bence iyi bir tıp fakültesinden yetişen bir öğrenci kesinlikle dünyanın neresinde olursa olsun rekabet edebilecek düzeyde. Ben yanıma her yıl Türkiye’den en az 4-5 tıp fakültesi öğrencisi alıyorum. Bazıları hem bilgi hem lisan anlamında çok çok iyi. Ama genel itibarıyla öğrenciler en çok lisanda zorlanıyorlar. Lisan eğitimimizin gelişmesi çok önemli. Bilimsel açıklar da var ancak herkeste var; zaman içinde kapatılacaktır. Bana sorarsanız en büyük açık, mezuniyet sonrası eğitimden kaynaklanıyor. İhtisasınız bittikten sonra sizi ölçebilecek bir şey yok. Amerika’da her 4-5 senede bir sizi ölçen, kendinizi güncel tutmanızı sağlayan testler var, aksi takdirde çalışamıyorsunuz.

        ■ Türkiye’de çalışan genç hekimlere buradan vereceğiniz ne gibi öğütler var? Birincisi küsmemeyi öğrenmemiz gerekiyor. İkincisi ülke çıkarlarını ilgilendiren konularda asgari müştereklerde birleşmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Son olarak, dünyada tıbbi hizmetlerin hastaya nasıl götürüldüğü kavramı çok değişiyor. Şu anda her konu multi disipliner bir yaklaşım halinde hastalara sunuluyor, yani ekip çalışmasının önemini vurguluyorum. Herkesin bireysel egolarından kurtulup ekibin bir parçası haline gelmesi ve ana temanın hastaya iyi hizmetin götürülmesi ve de iyi neticelerin alınması olduğunun unutulmaması gerekiyor.

        ■ Son olarak sizi İstanbul’a getiren konferanstan bahsedelim istiyorum. Yurtdışında çalışan başarılı olmuş hekimlerle Türkiye’deki meslektaşlarını buluşturan, hep birlikte Türk tıbbını nasıl daha ileriye götürebileceğimizi konuşacağımız bir toplantı olacak. Sağlık Bakanlığı bir anlamda bizim know-how’ımızı buraya transfer etmek istiyor ki bu bence çok değerli bir çaba.

        23’ünde yarım milyon doları bıraktı, mutlu olmayı seçti

        ■ 3 kızınızdan 2’si Harvard biri Yale mezunu. Köklü Amerikan ailelerine bile nasip olmayan bir iftihar tablosu. Şu anda bu söyleşiyi okuyan her anne-babanın merak ettiğine eminim. Sırrınız nedir? Biz eşimle çocuklarımıza hep mutluluklarını ön plana koymalarını öğütledik. Büyük kızım Merve mezun olduktan sonra finans sektöründe çalışmaya başladı ve 2 sene sonra terfi aldı, ikramiyeleriyle beraber yılda 500 bin dolar kazanıyordu. Bu sırada daha 23 yaşında. Bir gün bize geldi, “Ben bu işi yapmak istemiyorum, mutlu değilim, edebiyattan ve öğretmekten hoşlanıyorum, edebiyat okuyacağım” dedi. Bizim reaksiyonumuz, “Kızım neyi istiyorsan, seni ne mutlu ediyorsa onu yap” oldu.

        ■ Hiç düşünmediniz mi, “Yarım milyon dolar para, bu kadar parlak bir gelecek bırakılır mı?” diye? Hem de çok düşündük ama bizim neslimizin doğrularıyla onların doğruları farklı. Anne-baba olarak çocuklarınızdan ne bekleyeceğinizi çok iyi bilmeniz gerekiyor. Onlara sevdikleri ve yapmak istedikleri konusunda saygı duymamız gerekiyor. Ben olsaydım kesinlikle finans sektörünü seçerdim, bunu da ona söyledim. Çok tartıştık ama sonunda söylediğimiz “Kızım bu senin hayatın, mutlu olacağın bir şeyi, ömrün boyunca severek yapacağın bir şeyi yapman daha doğru olur” oldu. Ben yine çok başarılı olacağına inanıyorum. İnsan sevdiği işte başarılı olur. Öğrencilerime hep şunu söylerim. “Kafanızı, kalbinizi ve alın terinizi koyduğunuz her iş güzel olacaktır.”

        ■ Kızlarınız şu anda ne yapıyorlar? En büyükleri Merve, Harvard’da politika okudu, üzerine Yale’de edebiyat doktorası yaptı akademisyen, eleştirmen ve yazar. Gülüş, Harvard’dan sonra Yale’de tıp okuyor. En küçükleri Melis ise Yale mezunu ve uluslararası bir yatırım fonunda çalışıyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ