Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Kübra Par, Tuğçe Tatari röportajı, Tuğçe Tatari yeni kitabı

        Kübra PAR/HT PAZAR

        kubrapar@haberturk.com

        Fotoğraflar: Ece OĞULTÜRK

        Akşam Gazetesi’ndeyken sivri dilli köşe yazılarıyla tanıdığımız Tuğçe Tatari, Kürt meselesiyle, daha doğrusu kendisinin bu meseleyi öğrenme sürecinde yaşadığı tecrübeyle ilgili bir kitap yazdı: Anneanne, Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim. Nişantaşı’nda steril bir hayat yaşayan, Kürtler konusundaki düşünceleri resmi ideolojiyle şekillenmiş şehirli bir genç kadının “Kürtler aslında ne istiyor?” sorusunun peşine takılarak Kandil’e gitmesinin ve PKK’lılarla tanışmasının hikâyesini okuyoruz kitapta. Anlattıkları “ötekine” yani Kürtlere dair değil de kendi sürecine odaklanıyor daha çok. Kendi deyimiyle bu kitapta “kendisiyle hesaplaşan ve özeleştirisini veren” Tatari ile hem kitabını hem de gazetecilik geçmişine dair eleştirileri konuştuk...

        Bu kitap için “Bir beyaz Türk’ün Kandil’i keşfi” diyebilir miyiz?

        “Beyaz Türk” dediğiniz nedir? İşçi sınıfından nefret eden, halktan uzak, başörtüsüne mesafeli, sadece kendi yaşam tarzını düşünen, sınıf ayrımcılığı yapan bir tipi mi tarif ediyorsunuz? Buysa, ben hayatımın hiçbir döneminde böyle biri olmadım. Benim için “Steril bir hayat yaşamış ve kendi fanusundan çıkmamış biri” denilebilir ama “Beyaz Türk” denilemez.

        “Bu kitap övgü de değil yergi de” diye vurguluyorsun. Övgü olmadığını vurgulamaya neden ihtiyaç hissettin?

        Böyle bir vurguya sığınacak bir bakış açım olsa bu kitabı hiç yazmazdım, ama meseleleri üzerinde yaşadığımız toprağa ve insanlara göre değerlendirelim veya sorgulayalım. Bu kitabın meseleyi hiç bilmeyenler ya da maceramı merak edenler tarafından okunmasını istiyorum. Bu nedenle de mesafeli durmaya özen gösterdim. Sergilediğim mesafeli duruşun bir albenisi olmasını çok arzu ederim. Keşke bu, milliyetçi bir gencin kitabı okuması için yeterli olsa...

        ‘KÜRTLER BU SEÇENEĞE ZORLANDI’

        Geçmişte PKK’lılara “Vatan haini” diyordun, şimdi nasıl bakıyorsun?

        Geçmişte “Vatan haini” derken de bildiğimden değil ezberden diyordum. Hak elde etmek adına yapılan silahlı devrimci mücadele diye bir seçenek var. Bu insanlar da bu yolu seçtiklerini söylüyorlar. Bu çok tartışmalı bir konu... Silaha ve şiddete karşıyım ama böyle olmam, yıllarca son derece sert biçimde uygulanan ret, inkâr ve asimilasyon politikalarının Kürtleri bu seçeneğe zorladığı gerçeğini görmezden gelmeme de neden olmuyor.

        Bu satırları okuyan bir milliyetçi “Peki ya şehitlerimizin kanları ne olacak?” diyecektir...

        Savaşın bir tarafını anlamaya çalışmak; şehitlerin, gazilerin aziz hatıralarını yok saymak, onlara saygısızlık etmek anlamına gelmiyor. Türk’üm ve Türkiye’de doğdum. Hayatımın 35 senesini şehitlere üzülerek, acılara ortak olarak geçirdim. Diğer tarafın da sesine kulak vermek, onların ne istediğini anlamaya çalışmak, “Siz neden dağa çıktınız?” sorusunun peşinden gitmek fazla görülmemeli. Kitabı şehit aileleri ve gazilerin de okumasını çok isterim.

        ‘KARAR EVLADINI KAYBEDEN AİLELERE AİT’

        Kandil’de PKK’nın kanlı eylemlerini de sormuşsun. Yer yer özeleştiri yaptıklarını görüyoruz ama yine de tatmin edici cevaplar alabildin mi?

        Meselelere taraf olmadan ortadan bir yerden bakabilmek kıymetlidir ama ortada büyük acılar var. Ve açıkçası acıların esas sahipleri okuduklarında tatmin olurlar mı, önemli olan o. Karar evladını kaybeden, acıyı yaşayan ailelere ait...

        Onca insanla konuşup hikâyelerini dinledikten sonra dağa çıkanlara hak verdin mi?

        Açıkçası başkalarının acılarını kendi terazimde değerlendirmemeye özen gösteriyorum. Yani benim hak verip vermememin bir önemi yok. Sonuçta ben onların yaşadıklarının onda birini bile yaşamadım.

        ‘KANDİL’DEKİ DENEYİMİM KENDİMLE ALAY EDEREK GEÇTİ’

        Ziyaretlerin sırasında Kandil’de seni en çok etkileyen ne oldu?

        Sadece Kandil’de değil, şehirlerde görüştüğüm insanlar, yurtdışında yaşamak zorunda kalan gazeteciler ve cezaevindekiler de dahil beni en çok etkileyen şey verdikleri mücadele oldu.

        Kitapta anlattıklarına göre Kandil’de ütopik, doğal bir hayat var sanki...

        Etkilenmemek mümkün değil. İdeolojik olarak etkilenmekten değil, yaşam koşulları arasında sürdürülen gündelik hayattan söz ediyorum. Dağ koşullarında doğanın onlara verdikleriyle, verdiği kadarıyla yaşamlarını sürdürüyorlar. Bitkilerden elde edilen ilaç, hijyen, gündelik kişisel bakım ürünleri gibi pek çok şey sayabiliriz. Elbette şehirli bir kadının birkaç gün kalıp ayak uydurması zor. Oradaki deneyimim de açıkçası kendimle alay ederek geçti.

        ‘DEVLET BAHÇELİ’NİN OKUMASINI İSTERİM’

        Kandil’dekiler kitabı okumuş mu?

        Kitabı geçen hafta mail yoluyla Kandil’e ulaştırdım. Henüz bir geri dönüş olmadı.

        Öcalan’a gönderdin mi?

        Yok, göndermedim.

        Okumasını ister misin?

        Tabii ki isterim. Herkesin okumasını isterim. Ama Tayyip Erdoğan’ın okumasını daha çok isterim. Devlet Bahçeli ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun da... Bu kitap Öcalan’a veya Kürt hareketine yazılmadı. Bu kitap belli bir kesimin alkışını almak için de yazılmadı. Bu kitap görüşleri şekillendirilmiş ve o şekli kıramayan insanlara yazıldı. Dolayısıyla siyasi liderler arasında seçme şansım olsa Demirtaş’ın okumasındansa Bahçeli’nin okumasını daha önemli buluyorum.

        ‘HİÇBİR ZAMAN ‘DEDİKODU YAZARI’ OLMADIM’

        Bir dönem Akşam Gazetesi’nde dedikodu yazıları yazıyordun, sonra politikaya ağırlık verdin. Milliyetçi-ulusalcı reflekslerin olduğunu zannederken Kürt sorunu konusunda duyarlı, özgürlükçü yazılar kaleme aldığını gördük. Ne oldu da değiştin?

        Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben hiçbir zaman “dedikodu yazarı” olmadım ama polemik yaşadığım kişiler beni bu şekilde yaftalamayı tercih etti. Popüler hayat tarzı yazıları yazdım. Üslubum alaycı, dilim sertti. Ulusalcılık meselesine gelince... Hiçbir zaman kendimi “ulusalcı” diye de nitelendirmedim. Ulusalcılığı savunmadım. Soner Yalçın arkadaşım hapse girdiğinde ona destek verdim. Bu destek nedeniyle beni “ulusalcı” olarak niteleyenler oldu.

        O dönemde kendini politik olarak nasıl tanımlıyordun?

        Açıkçası kendimi hiçbir şekilde tanımlamıyordum. Politikayla sıradan bir vatandaşın ilgilendiği kadar, haberdar olacak düzeyde ilgileniyordum. Apolitiktim desem daha doğru olur.

        Soner Yalçın’ın istediği yönde yazılar yazmakla da eleştirildin. Böyle yazılar yazdığın doğru mu?

        Kişiliğim ne birinin adamı olmaya, ne biri adına kalem oynatmaya uygun.

        ‘KÜRT MESELESİ MODAYSA, BEN ÇOK GEÇ KALMIŞ SAYILIRIM’

        Hiç ulusalcı olmadım” diyorsun ama “Benim dönüşümüme neden oldu” dediğin, “HDP’li vekillerin gerillayla kucaklaşması”nı konu alan yazın gayet ulusalcı bir refleksle yazılmıştı...

        Hayır. Doğru okuyalım meseleleri. Buna bilinçli bir ulusalcılık atfetmek doğru değil. Olay şu: 80 kuşağı, apolitik, kodlanmış, o kodlarla şekillenmiş birinin refleksiyle yazılmış bir yazıydı. Hepimiz aynı havayı teneffüs ettik. Aynı televizyonları izledik, aynı aklın okullarında eğitim aldık. Doğduğu ortam sebebiyle şanslı azınlıkta yer alanları saymazsak benim gibiler çoğunluktadır bu ülkede. Bu durumu inkâr etmenin, yok saymanın bir faydası yok. Önce kendi durumumuzla yüzleşelim lütfen.

        Bu kitapta oryantalist bir tavır varmış gibi geldi bana. Kürt meselesine otantik bir arayışla yaklaşmış olabilir misin?

        Asla yok. Oryantalist bir tavırla herhangi bir meseleye yaklaşmak fikri bile beni hasta etmeye yeter. Ben bu kitapta Kürtlere değil kendime yaklaşmaya çalıştım. Kendi hesaplaşmamı yaptım. Bilgisiz, bilgiye muhtaç bir insanı anlatıyorum. Yalan, riya ya da hava atmak yok. Ben özeleştirimi verdim bu kitapla. Kendini eleştiren, yazarken kendini sorgulanmaya açan biri aynı zamanda oryantalist bir bakış açısına sahip olabilir mi?

        Bir yandan da Kürt meselesini keşfetme modası başladı sanki. Sen de bundan etkilenmiş olabilir misin?

        Kürt meselesi bir modaysa ben çok geç kalmış sayılırım, çünkü bu konuyla ilgili birçok şey çoktan yazıldı.

        ‘Bugün dilim çok daha dikkatli olurdu’

        Sivri dilli, hatta kötü kalpli yazılar yazdığın oluyordu. Geçmişe dönüp baktığında kendi gazeteciliğini sorguluyor musun?

        Eski yazılarınla yüzleştiğinde ne görüyorsun? Yüzleşilecek, hesaplaşılacak bir eylem içinde olduğumu düşünmüyorum. Üslubumun alaycı olduğunu söyleyebiliriz ama bu kötü kalplilik değil. Hiç güçsüze vurmadım, kimseyi mağdur etmedim. O dönem gündeme gelen iş dünyası, magazin, sanat ve medya çevrelerinde yaşanan olaylarla ve kişilerle ilgili alaycı, sert yazılar yazıyordum. Herkesin pohpohlanmaya alışık olduğu bir sistemde bu tip yazılar pek alışık olunmayan bir şeydi. O gün yazdığım yazılar hakkında bugün aramızda konuşsak çoğunda hemfikir oluruz. Ama bazı tanımlamaların ayıplı olduğunu düşünüyorum şimdi. Bugün aynı tarz yazılar yazmam gerekse dilim eskisine göre çok daha dikkatli, seçici olurdu.

        'ÖNCE ÖZGÜRLÜK SONRA AŞK'

        Tuğçe Tatari, Kandil'de tanıştığı Hacer Zagros'la PKK'ya katılma öyküsünü ve düşüncelerini konuşuyor. Zagros'un anlattıkları arasında dikkat çeken bölümler şöyle:

        "PKK'de evlilik, aşk gibi konuların yasak olmasından da bahsediyoruz. Önce özgürleşelim. Kadın hala evlilikte köledir. Bunu çözme görevi bize düşüyor. Biz güdülerimiz ve nefsimizle yaşamıyoruz. Kendimizi terbiye ettik çünkü mücadelemiz bunu gerektiyor.

        'ZORUNLU ASKERİ MAĞDUR GÖRÜYORUZ'

        "Biz sadece ölmemek için öldürüyoruz. Zorunlu askeri mağdur görüyoruz. Karşılıklı olarak birbirimize dokunmadığımız, görmezden geldiğimiz çok olay da olmuştur. Her ölüm bir anayı yakar. Mecbur kalmadığımız sürece öldürmeyiz"

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ