Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Kişi başına bir kişisel gelişimci mi?

        Gülenay BÖREKÇİ / HT CUMARTESİ

        Ertürk Akşun’un romanı “18 Saat”in esas karakterlerinden Nadir’e göre, kartallar hayatlarının biz insanlardaki orta yaşa tekabül eden belirli bir döneminde bir karar veriyor; ya ölmeyi ya da çok eziyetli bir süreci göze alarak yaşamayı seçiyorlar.

        Akşun bu hikâyede kendini buluyor: “30 yaş hayallerin yarı yarıya ölmesi demektir, bunalımlıdır. Daha karanlık olan 40 yaş ise geleceğe dair kalan umutların da tükendiği yerdir, sonrasında erkeklerin yollarını kolay şaşırması bundandır. Kadınlarda da böyledir aslında, 40 yaş herkes için büyük bir kırılma noktasıdır. İşte her Türk erkeği gibi 40 yaşıma geldiğimde, ben de bir karar vermem gerektiğini hissettim. Uzun süredir genel yayın yönetmenliği yaptığımdan hayatım zaten kitaplarla, yazarlarla geçiyordu. Bir gün geldi, ‘Neden ben de yazmayayım?’ dedim. İşte bu kararı verdiğimde tam 40 yaşımdaydım. Benim için de kartallarınkine benzer o meşakkatli süreç başlamıştı.” Ortaya çıkan kitabı, yani Destek Yayınları’ndan çıkan “18 Saat”i yazardan dinleyelim...

        “18 Saat”te farklı ekonomik ve sosyal sınıflardan gelen sayısız karakter buluyoruz. Nedir onların ortak yani?

        Hayatlarının bir şekilde kesişmesi dışında ortak yanları yok aslında. Birbirlerinin hayatına istemsizce dokunuyor, etkiliyorlar. Birbirine benzemeyen bu insanların bir trajediye birlikte bakmasını, birlikte yorumlamasını istedim.

        Hayat, ölüm, aşk, şiddet gibi meseleler üzerine çokça düşünüyor, tartışıyorlar. Onlarla birlikte siz de. Hatta bana öyle geldi ki “18 Saat”i sırf bunları düşünmek, belki zihninizde netleştirmek, çözmek için yazmışsınız...

        Gerçekten de tam bunun için yazdım. “18 Saat” görünüşte bir grup eylemcinin bir kokteyl salonunda toplananları rehin almasıyla başlayan olaylar dizisini anlatıyor ama o vasıtayla ben insan ilişkilerini, toplumsal duyarlılığı, evliliği, mutsuzluğu, sanatı, erotizmi, ölümü sorguluyorum.

        Şahsen tanıdığınız kişileri de anlatmışsınız, yanılıyor muyum?

        Sanırım her yazar için geçerlidir bu söylediğiniz durum. “Agafya” adlı romanımda olduğu gibi “18 Saat”te de iki esas erkek var: Tolga ve Nadier. Onlar kısmen benim, kısmen de tanıdığım yahut gözlemlediğim kişiler. Belirgin yetenekleri, başkalarına göre belirgin üstünlükleri yok. Sıradan tipler, kahraman sayılmazlar. Hayatlarında eksikliklerle, daha da beteri egolarıyla savaşıyorlar.

        O yüzden mi mutsuzlar?

        Mutsuzluklarının sebebi farklı. Biri hayallerinden uzaklaşmış, diğeri kayınvalidesi yüzünden hayatının cehenneme döndüğüne inanmış. Karakterlerden Enver’le ekibi de örgütlerinin çökmesinden ötürü öfkeli.

        Tolga diyor ki, “Benim için asıl hapishane hayatım; evliliğim, yaptığım işler, hepsi ama hepsi...”

        Birçoklarına göre mutsuzluk, çağımızın temel sorunu. Oysa mutlu olmak uğruna yaratılan sahte mutsuzluklardan da söz etmek gerek. Bize esas acı veren şey, kurgulanmış mutsuzluklarımız. Sanki herkesin kesintisiz mutlu olması gerekiyormuş, bu adeta bir çeşit zorunlulukmuş gibi davranıyoruz. “Şunu şunu yaparsanız mutlu olursunuz” türü reçeteler sunuluyor bize ve yine de mutlu olamıyoruz. Durumumuz öyle çıkışsız ki sırf İstanbul’da kişi başına neredeyse bir kişisel gelişimci düşüyor.

        Sizden okudum, “Kapital”in yazarı Karl Marx, “Bizim doktrinimizin temel amacı insanlara boş zaman yaratmaktır” demiş. Sizce de öyle midir?

        Elbette. Teknoloji niye var? Bize boş zaman yaratmak için. Âşık olup şiirler yazalım diye. Üstelik kapitalist sistemin en çok nefret ettikleri, boş zamanı olan insanlar.

        Niçin?

        Çünkü boş zamanı olan insan devrimcidir. Düşünmeye başlamış, düşünceleriyle kapitalist sistem için potansiyel tehlike haline gelmiştir.

        ‘Tarih, kazananların dilinden yazılır’

        “Resmi tarih kazananların dilinden yazılır, bu yüzden asıl tarih, ‘gizli tarih’tir. Üstelik en Darwinci bilim dalıdır tarih, yani her galip gelen, onu yeniden yazar.”

        “Romanımda memleketin gizli tarihinden çok önemli parçalar, bilgiler var ama gerçekte yaşanmamış olaylar da var. Mesela dört eylemcinin bağlı olduğu Libya’daki örgüt aslında yok ama pekâlâ olabilirdi.”

        “Genlerimde Kemal Tahircilik var. Tarihsel tezlerini ‘Yorgun Savaşçı’, ‘Kurt Kanunu’ ve ‘Esir Şehrin İnsanları’nda anlattığı maceraların arasına sıkıştırmış bir yazardı Kemal Tahir. Bu gelenek ‘Kılıç Yarası Gibi’ ve ‘İsyan Günlerinde Aşk’ın yazarı Ahmet Altan’la devam etti. İkisi de tabu addedilen konulara dokunan cesur yazarlar bence. Siyasi görüşlerim onlardan farklı ama neticede ben de onların geldiği damardan ilerliyor, o geleneği devam ettirmek için yazıyorum. Bundan sonraki kitaplarımda da yine tarih, politika ve macera olacak, yine hep tabu yıkmayı deneyeceğim.”

        Günün sorusu: 100 eşyayla yaşanır mı?

        “100 eşya” diye bir kavramdan bahsediyorsunuz. Sadeleşmeye duyulan özlemin bir sonucu mu bu? Ve sizin hayatınızda nasıl tezahür ediyor bu arayış?

        Basit yaşayan bir adam oldum ben hep. “100 eşyayla yaşamak” diye özetleyebileceğim o öğreti de günümüzün popüler konularından olduğu için girdi kitabıma. Az önce konuştuk ya, umutsuzca mutluluk peşindeki insanlar bu uğurda sürekli yeni arayışlara yöneliyor... Feng shui, yoga, sufi nefesleri gibi sayısız kişisel gelişim yöntemi var ama hiçbiri durumu değiştirmiyor. Bir tarafta “Mutlu olmalısınız” diye dayatan bir sistem var, diğer tarafta denedikçe dibe batan insanlar... Bizi bekleyen yeni ortaçağ belki de böyle bir şeydir, kim bilir. Açıkçası benim hayattaki hedeflerim 100 eşya öğretisinden de, feng shui gibi öğretilerden de daha kolay şeyler: Kaz Dağları civarında bir ev, sevdiğim kitapları okuyacağım ve yazmaya devam edeceğim yavaş bir hayat istiyorum. Bir de mutluluğun en ucuz yolu olduğunu düşündüğümden, karavanla dünyayı dolaşmayı hayal ediyorum.

        ‘Bu yaz kendi kendime Çince öğrenmeyi bile denedim’

        11 yaşında ilk romanını yayınlayan Şefika Güney’e herkes “kitap kurdu” diyor. Çünkü çok okuyor. Her yerde, her zaman. Düğüne giderken bile yanına kitap alıyor, o derece. Ama 14 yaşındaki bu tatlı kız aslında birkaç kitabı olan ödüllü bir yazar...

        “Canım Dostumla Birlikte” adlı kitabı Büyülü Fener Yayınları’ndan çıkan Şefika Güney “Okuma merakımda genetik yatkınlığın ilgisi olabilir mi bilmiyorum ama Köy Enstitüsü çıkışlı dedem de çok okurmuş” diyor. Ama tabii ben bu sohbette ona okuduklarını değil, yazdıklarını soruyorum...

        “Canım Dostumla Birlikte” adlı kitabındaki öyküler nasıl çıktı ortaya?

        Bir kısmı kurgu elbette, bir kısmını da çevremde gördüklerimden, duyduklarımdan yola çıkarak yazdım. Mesela ilk öykü... Annem seminerler için sık sık il dışına çıkıyor, ben de o zaman kendimi yalnız hissediyorum, “Annesiz Günler” öykümde bu var. “Hoş Geldin Bebek” öyküm de gerçek. Doğum sonrası depresyon geçiren annem beni uzun süre kabullenememiş. Ben bunu yıllar sonra, teyzem ağzından kaçırınca öğrendim ve tabii ki yazdım.

        Kitaba adını veren öykü nasıl çıktı ortaya?

        Belki inanmayacaksınız ama çok istediğim halde sahip olamadığım bir köpeğin öyküsü o. Annemin köpek fobisi nedeniyle eve köpek alamıyoruz da.

        Hayatındaki zevkli uğraşlardan çalmıyor mu yazmak? Daha çok oyun oynasam, daha fazla sinemaya gitsem demiyor musun?

        Yok, demiyorum. Okumak ve yazmak insanlarla ilişkilerimi etkilemiyor, daha doğrusu olumlu etkiliyor. Saat dörtte okuldan geliyorum. Bir saat okuyup bir saat yazıyorum, iki saat de derslerimle ilgileniyorum. Eh, geriye oyun için iki saat kalıyor. Bu arada müzik ve diksiyon dersleri alıyor, babamla İngilizce ve Almanca çalışıyorum. Bu yaz kendi kendime Çince öğrenmeyi bile denedim. Hiçbir sosyal etkinlikten geri kalmıyorum, hafta sonları da biraz bilgisayara bakıyorum.

        Sevdiğin yazarlar kimler?

        Eskiden Muzaffer İzgü ile Kemalettin Tuğcu’yu okurdum. Sonra Dan Brown hayranı oldum. Son yıllarda özellikle Rus klasiklerini severek okuyorum. Elif Şafak’ın bazı kitaplarını, Orhan Kemal’in ise her şeyini okudum. Tolstoy’dan “Anna Karenina”, Gogol’dan “Ölü Canlar”, Orhan Pamuk’tan “Kafamda Bir Tuhaflık” son zamanlarda sevdiklerimden.

        Yazma teknikleri konusunda yardım aldın mı?

        Ders almadım. İlk kitabımda roman yazmanın ne kadar zor olduğunu fark edince öyküye yöneldim. Öyküde daha serbest oluyorsunuz ama roman öyle değil.

        Senin hakkında öğrendiğim bir şey var, onu soracağım. Virginia Woolf ve Semih Gümüş’ten ne öğrendin?

        Eleştirmen Semih Gümüş’ten çok şey öğrendim gerçekten. İyi bir yazar olabilmek için iyi bir okur olmak gerektiğini söylüyor, en önemli tavsiyesi bu oldu. Virginia Woolf’tan da cesaretin önemini öğrendim. “Yaz da nasıl yazarsan yaz, yeter ki yaz” diye yazmış.

        ‘14 yılda 14 meslek hayal ettim’

        “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusundan nefret ederdim küçükken. Ama şimdi o kızdığım şeyi yaparak sana bunu soracağım: Büyüyünce ne olacaksın?

        Yanıtımı 3 ay sonra değiştirip farklı bir şey söylersem lütfen kızmayın, olur mu? 14 yaşıma kadar en az 14 meslek değiştirdim çünkü. Önce çocuk doktoru olmak istiyordum, sonra psikiyatr olmak istedim. Türkan Şoray’la tanışınca sinema yönetmenliğini seçmeye karar verdim. Şu an fen lisesinde sayısal ağırlıklı eğitim alıyorum. Bakalım bu eğitim beni nereye götürecek...

        ÇOCUK

        Bazı kitaplarla aranızda bir ilk görüşte, daha doğrusu ilk sayfada aşk olur. İşte Kate DiCamillo’nun kitapçı rafından atlayarak kendini ayaklarımın dibine düşüren “Edward Tulane ve Mucizevi Yolculuk” adlı kitabıyla da tam olarak böyle oldu. Aslında DiCamillo’nun yine çocuklar için yazdığı “Sihirbazın Fili”, “Kaplanın Çıkışı”, “Winn-Dixie Sayesinde” ve “Despero” adlı kitaplarını okumuş hele sonradan bir sinema filmine kahraman olan minik âşık farecik Despero’ya bayılmıştım. Fakat Mızıka Yayınları’ndan çıkan “Mucizevi Yolculuk” bence sahiden bambaşka. Porselenden yapılma bir oyuncak tavşanın çok uzun zamana yayılan macerasını hem eğlenerek, gülümseyerek, yeri geldiğinde heyecandan soluğum kesilerek okudum, hem de bazı yerlerinde resmen gözlerim dolu dolu oldu... Sırf çocuklara değil, böyle masalları seven büyüklere de tavsiye ederim.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ