Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar ‘Bu sefer füzyon filmi oldu’

        HABERTÜRK PAZAR

        FotoğrafLar: SüreyyaDERNEK

        Çekildi, çekiliyor, sürpriz bir isim oynuyor derken, başrolünde Cem Yılmaz’ın olduğu Yüksel Aksu’nun “İftarlık Gazoz”u sonunda vizyona giriyor. Ancak biraz farklı bir yolla... Vizyondan 2 gün önce, İstanbul’da yapılacak galayla aynı anda 27 Ocak Çarşamba günü, 7 bölgede, 32 ilde, saat 21.00’de tek seansla ilk gösterim yapılacak. Niye böyle bir yol izlediklerini filmin yapımcıları Muzaffer Yıldırım ile Elif Dağdeviren “Beraber olmayı, beraber seyretmeyi, beraber hareket etmeyi özlediğimiz bu günlerde ‘İftarlık Gazoz’u tüm Türkiye’de aynı anda seyretmek, filmin kendisi kadar içimizi ısıtan bir heyecan veriyor” diye açıklıyor.

        Hikâye yabancı değil, Yüksel Aksu’nun eski filmi “Dondurmam Gaymak”a benziyor. 80 öncesi ülkeyi sarsan siyasi etkilerin gölgesinde, sıcak bir Anadolu kasabasında geçen bir usta-çırak ilişkisi konu ediliyor. 29 Ocak’ta vizyona girecek filmin montajında son rötuşlar yapılırken, yönetmen ve senaristi Yüksel Aksu, başrol oyuncusu Cem Yılmaz ve yapımcısı Elif Dağdeviren’i stüdyoda yakaladık. Üçlü, Dağdeviren moderatörlüğünde filmlerini ve sinemayı HT Pazar için masaya yatırdı.

        Yüksel Aksu: Beyaz Türk, sarı Türk meselesi. Sarı Türk olarak beceremediğim alanları sen beceriyorsun ve beni dünyalılaştırıyorsun. Ben yerel, lokal kalıyorum. Sen TED Kolejli’sin, ben endüstri meslek. Ben yörük Türkmen, sen Balkan.

        Cem Yılmaz: Enteresan, terapi gibi röportaj değil mi?

        Y.A.: “Dondurmam Gaymak”ta iyiydik. Ve devam ediyoruz işte.

        "SİZE YAKINDIM, BAŞKA BİR GEZEGENDE DEĞİLDİM"

        -Aslında benim en büyük hayalim, biliyorsunuz yıllardır sizi bir araya getirmekti. 2007’de “Dondurmam Gaymak” sırasında Yüksel sürekli yeni projelerini anlatıyordu. Ve her anlattığında ben de ayrı karakterler için “Keşke Cem Yılmaz olsa” diyordum. Sen 2007’de hangi filmi yapmıştın Cem?

        C.Y.: “Hokkabaz”ı yapmıştım. Yani size yakındım, başka bir gezegende değildim; Gora, A.R.O.G marog... (Gülüyorlar.)

        Y.A.: Bizimkiler akraba filmler, diye lafı çok dolaştı o zamanlar. Çünkü hokkabaz da bir tür dondurmacı gibiydi. Halbuki o meslek mi kalmış artık, teknoloji nereye gitmiş. Burada konuşuyorsun, adam Amerika’da dinliyor. Biz hâlâ bambaşka birilerini anlatıyoruz.

        C.Y.: Ben de sihirbazı öyle almıştım zaten. Sihirbaz olmak istiyorsun, hünerin yok. Manyak mısın sen? (Gülüyorlar.) Bir ömür vakfetmiş. Biraz da “Her Şey Çok Güzel Olacak”taki adam gibiydi. “Bar açacağım ben” diyor ama iki taburesi var. İki tabureyle bar mı açılır? Bu da öyle.

        Y.A.: Bizimkiler aslında tutunamayanlar. Ama ayrıntı şu, bizimkiler trajik değil, enerjik, coşkun.

        C.Y.: “Dondurmam Gaymak”ta da aynı şeyi hissettim. Ahlaki olarak o adamın kusurlarını gösteren filmler bunlar. O tür adamı yücelemek, yani “Böyle insanlar var, ayıp yahu” demek gibi. Adamın bütün duygularına hak vermek üzerine yapılmış bir film gibi değil. O adama o paraları yaktırmamın sebebi şu; “Onunla bir de bar mı açacaksın eşekoğlueşek?” demek için. Sen iki tane yumurta çıkaramıyorsun şapkadan, tavşan çıkaramıyorsun, bir de kalkmışsın kızın hayatını kurtaracaksın. Vay vay vay! Bu adamları haklı çıkarmama ahlakı. Sen bilirsin bir iki, ben bilirim on iki, yok ya! Filmde kalemi tutan kişinin, adama bu lafı söylettikten sonra bir de karşısına geçip alay edebilme, “Hadi oradan” demenin tonunu tutturma ahlakını çok seviyorum. Onların organik olarak bir benzerlikleri var.

        Y.A.: Ama ahlaklılar... Tutarsızlar ama kötü değiller. Erdemsiz de değiller, erdemli de değiller, yüzergezerler. Sevimliler.

        C.Y.: Onların meydan okumalarını şöyle görüyorum: “Ha hayat öyle mi, hadi sen de beni gör bakalım.” Meydan okumalar bu yönde. Her 2-3 filmde adamların geri vitesi, “Demek ki böyle olmuyormuş” diye filmin kapanması benim için çok güzel, öyle ahlaka bayılıyorum. Biz bazen burada yeni şeyler konuşurken de, aslında derler ya “İnsan aslında hep aynı filmi yapar”; ben o ahlak ve o adamı umarsızca galip getirmemeye çalışıyorum. Avrupa’da eloğlunun, o antikahramanı modernizm ayaklarına galip getirme huyu vardır: “Niye öldürdün 20 kişiyi, canın mı sıkıldı?” Hani Finlandiyalı havalar vardır ya, “Anlattım ya filmimde” derler. Bu soruların cevaplarını biz umarsızca cevapsız bırakıp geçmiyoruz bence, fark bu.

        - İkinizi de çeşitli dönemlerde hem içeriden hem dışarıdan izlemiş biri olarak, niye öyle çok istediğimin şu anda net cevabını verebiliyorum. Çünkü ikinizde de enteresan bir taraf var.

        C.Y.: Kaybeden tarafımızı gördün değil mi?

        -Evet, tam da bu. (Gülüyorlar.) Demek istemezdim ama... Üretebilmek için hem yukarıdan bakıyor olmak hem de hâlâ bir şeyin parçası olmak, hem dünya dilini bilip hem kendi lokal halinden hiç kopmuyor olmak önemlidir. Sen biraz önce dedin ya, “Sen beni dünyaya açıyorsun” diye. Sende o malzeme var, onu alıp taşıyabiliyorum. Olmasan neyini alıp taşıyacağım?

        C.Y.: Evrensel normlar var tabii...

        -Hem hâlâ özüne ve yetiştiği alana sahip çıkıp hem de dünyayı biliyor olmak, bunu da çok ayakları yere basarak yapmak çok farklı...

        C.Y.: Bir ayağı çukurda... (Gülüyorlar.)

        C.Y.: Benim de aslında alternatif finalim şuydu; Altan aldatıldığını görür, karısı Alya ile arkadaşını sandalyeye bağladıktan sonra üzerlerine benzin döker ve bir sigara içer. Ardından adamın ağzına sigarayı verip çıkar. “Bu çok sert” dediler.

        Y.A.: Zaten karakterimiz yapmaz onu. Kıyamaz bir kere.

        C.Y.: Tabii canım! (Gülüyor.) Ben yaparım. Bu benim finalim, Altan’ın değil.

        Y.A.: Baba ana da yok, sahipsiz büyümüş iki kardeş. Bir sevgi var ama burada yakaladığımız “Rainman”deki abi-kardeş tadı. Aslında Cem’in karakteri metropol ve dağılan çekirdek bir ailenin trajedisi. Taşrada öyle olmuyor; geride kalan aile fertleri dayanışmak zorunda. Etiler’e eklemlenmiş bir gecekondu çocuğusun ki gecekondu da mahalledir ama birçok değeri aşınır ve varoşlaşır. Bu onun hikâyesidir.

        - Aslında bütün filmler tekmiş gibi, birbirini tamamlayan bir yanı bile var. Ben şimdi bizim filmi düşünüyorum. Anlattıklarının biraz öncesi aslında; Anadolu’nun o tatlılığı daha şehre kaçmamış. Orada güzelce yaşayan, aralarındaki meseleyi biz şehirlilere anormal gelen düzeyde çözen insanlardan söz ediyoruz.

        C.Y.: Zaman tüneli gibi, yine aynı filmi refere ederek, “Entelköy” de onun 30 yıl sonrası. Kasabaya geri dönelim bakalım, kasaba aynı kasaba mı? Değil... (Gülüyor.)

        "50 GAZOZU O GÜN SATMALI"

        -“İftarlık Gazoz”da karakterleri, hikâyeyi tam anlamıyla giydiniz mi? Cem sen oynadığın Cibar Kemal karakterini giydiğinde ne hissettin?

        C.Y.: Rolleri ilk kez konuşurken biz biraz daha derinliklerini konuşurduk. Bizim karakterler gibi kusurlu taraflar burada da ortaya çıktı. Belki ilk başta bu bir hataydı ama gerçeklik katabilmek için “Şu adamı biraz kusurlandıralım” dedim. Bugün konuşuyorduk, “Kasaba görmedim” diye. Gerçi İstanbul, bırak kasabayı büyük bir köy. Her çeşit adam var. Burada insanların davranışları değişiyor ve herkes şehirde kendine bir rol biçiyor. Fakat görmeye niyetliysen onun tomografisini çekiyorsun; kökü neresidir, kimdir? “Beyaz çorap giyiyor mu? Ha o zaman böyledir” demekle bitmiyor. Bu bir ruh hali.... Canlandırdığım Gazozcu Cibar Kemal Usta’nın eğitimine, bilgisine, görgüsüne baktığım zaman, saf bir noktası beni cezbediyor. Dediğim gibi onun kusurlarını da görmek istiyorum. Benimki filmin kahramanı değil. Çırağı onun gibi olmaya öykünsün diye çabalıyor ama gönlünde yatan ve dile getirmediği, “inşallah benim gibi olmaz, daha iyi biri olur.” Çünkü ustalarda böyle bir duygu vardır; gerçekten seviyorsa ister ki çırak ustayı geçsin. Adamı yücelemeyelim, bir yanıyla da gününü kurtarmaya çalışan insanlardan biri. 50 gazozu o gün satmalı en nihayetinde... Ama sınırlarını biliyor, tercüme edebildiği hayatla ilgili net. Adama gazozun formülünü sorsan sana anlatır. Başka formülle gelsen yine aynı bilgiyle yoluna devam eder. Ama istedim ki bilmediği şeylerde boş bakabilsin. Bu duygu bana önemli geldi. Maruz kalan tarafıyla hayatta kalabilen; global bir dünyada küçük kaldığını, kısıtlandığını hissedebilen biri. 0 kilometre umutla bir çocuk ve “Biz bu kadağ yapağbiliyoğuz oğlum” diyen bir adam. Böyle bir dengede tutmak istedim ben. Doğru mu?

        Y.A.: Öyle. Daha kusurlu, yıpranmış ama kendi bilgisini de çocuğa aktaran karakter. Çırak ve ustalarda gerçekten böyle bir şey vardır. Çırağının hep bir adım ileride olabilmesini ister.

        "BABAMIN YANINDA ŞPAGAT AÇAMIYORUM"

        Y.A.: Diğerleri deyince... Benimki daha kasabalı. Cem’inki daha metropolden, insan ilişkileri yok derecesinde. O dönemde kasabanın bekçisi, polisi, şusu busu, eğer sen erdemsiz bir şey yapmadıysan sana sahip çıkardı.

        - “İftarlık Gazoz”da da böyle bir bekçi var hatta.

        Y.A.: Aynen. Ancak artık Antep’te çocuklar baklava çalınca 3’er yıl hapis yiyor. Kasabada öyle olmuyor. Örneğin “Dondurmam Gaymak”tayken benim çocuklarımın işi polis karakolunda bitti gitti. Karakolda olmasa da her halükârda öyle bitecekti, asla onlar ıslahevine gitmeyecekti.

        - “Bir daha olmasın çocuğum!” dediler. Çocukların zaten bitmiş ve pişman halini görerek onları hayata geri saldılar.

        Y.A.: O bir rehabilitasyon biçimi. O çocuğu oraya gönderdiğin zaman geçmiş olsun, ıslah evi değil orası çünkü, suç evi. Metropolde öyle bir şey yok, adam kitabına uyuyor, kanunu uyguluyor. Ama orada örfi hukuk harekete geçiyor. Sık sık söylüyorum ya bunu, tinerci çıkmaz oradan. Bir kere satanı oyarlar. (Gülüyorlar.) İçeni de, satanı da, şunu da, bunu da oyarlar yani. Sigarayı bile ancak askerden sonra aleni bir şekilde, uluorta içebilirsin.

        - Hâlâ geçerli mi bu?

        Y.A.: Ben hâlâ ustamın yanında içemem. Babamın yanında ya da lise öğretmenlerimin yanında da içemem. Bacak bacak üstüne atamayız.

        - İlkokul öğretmenin sete geldi değil mi bu arada?

        C.Y.: Bende de şöyle bir şey var mesela, babamın yanında şpagat açamıyorum. (Gülüyorlar.) Onun esnememekle de alakası var tabii. (Kahkahalar.)

        Y.A.: Hem öyle hem de senin geldiğin de bir kültür.

        C.Y.: Babamın yanında niye şpagat açayım? (Gülüyorlar.)

        - Ama babasının en rahatsız olduğu harekettir, yakınen bilirim. “Sakın” der. “Sakın!”

        Y.A.: Gelip gitmiyor mu baban buralara? Hiç denk gelmedim.

        C.Y.: Gelmez mi, geliyor tabii. Babam konuyla çok ilgili canım.

        Y.A.: O izledi mi acaba filmi? Yok, hiçbir şey izlemedi daha değil mi? Galada mı izleyecek?

        C.Y.: Yok, hiçbir şey bilmiyor. Ben ona bir reklam filminde rol teklif etmiştim. Dedim ki: “Ya bizim ajanstan ‘Kendi babanız oynayabilir mi? Çok tatlı olur, güzel bir espri olur’ dediler.”.Adamın cevabı: “Oynarım oynarım da bu Ulus’taki evin çöp vergisi yatmamış, bana bir kâğıt geldi”. “Oynarız oynarız” diyor direkt, yani mesela bir sürpriz faktörü, bir heyecanlanma, bir “Ben yapabilir miyim?” yok.

        Y.A.: Ama o sizde genetikmiş, senin oğlan da Bulgaristan’da seni görmüş hiç şaşırmamış ya mesela.

        E.D.: Galada neydi o hali, çok tatlıydı ya!

        C.Y.: Aynen aynen. Geçmiş “Babamın filmine hoş geldiniz, babamın filmine hoş geldiniz” diye dolaşıyor etrafta. Vallahi ben öğretmedim!

        "PARA İŞTE, PARA!"

        - Bana hep şunu soruyor etrafımdakiler: “Nasıl oldu da Cem’le Yüksel bir araya geldi, Cem nasıl ikna oldu?”

        C.Y: Para işte, para. (Kahkahalar.)

        - Hep diyorum ki “Kimse ikna etmedi, direkt çekiverdik” diye. “Senaryo ikna etti” diyorum, doğru mu söylüyorum?

        C.Y: E tabii, elbette. Nasıl bir şey olacağını, finalinde nasıl bir şeyle karşılaşacağımı biliyordum. Bir de hep konuştuk bugün; birliktelikten, beraberlikten, şundan bundan bahsederken bunlar sanal cümleler olarak kalmamalı. Bir şeyler yapmamız da lazım. Birbirimizle yüzde yüz aynı fikirde olmak önemli değil ki, meramlarımızı sinema yoluyla anlatmak önemli. Böyle, bir kamyon arkadaşımız var etrafta. Bazılarıyla tanışıyoruz, bazılarıyla tanışmıyoruz ama çok fazla ortak payda var. Yani ben seninle aynı mesleği paylaşıyorum, aynı duyguları paylaşıyorum ama bazı yerlerde farklı düşünüyorum. E o zaman ben kendi komünümle film yapayım, sen kendi komününle yap, öbürü kendi dünyasında bir şey yapsın. Ne de birbirinin seyircisi birbirine değsin. E şimdi bunun ne anlamı var?

        "HANİ ŞİMDİ NEREDE ORHAN PAMUK"

        Y.A.: Fellini’nin filmlerine, Bertolucci’nin filmlerinin jeneriklerine bir bakın. Bertolucci ya senaryo asistanı ya Sergio Leone’nin asistanıdır. Başka bir filmde de Sergio Leone onun asistanı... Senaryoda da 4-5 kişiler ve bir aradalar. Aynı zamanda Memduh Ün, Metin Erksan, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz kuşağına bakın. Yılmaz Güney yazmış, Atıf Yılmaz çekiyor, yine Yılmaz Güney oynuyor, Lütfü Akad da prodüktör. Ya da Türker İnanoğlu prodüktör, Memduh Ün yönetmen. İnanılmaz bir mesleki dayanışma var aralarında. Kemal Tahir masalarında, Orhan Veli masalarında, dönemin Attila İlhan’ı orada. Hani şimdi nerede Orhan Pamuk? Ya da işte yazarımız, çizerimiz nerede? Son 30 yıldır sinema saçma bir bireysel sanata döndü. Özellikle Türk sineması. Çok özür dilerim, burada da haber değeri varmış gibi “Cem’i nasıl ikna ettiniz?” falan soruları çok geliyor ya... Yahu Cem benim bildiğim “Vizontele”de küçük bir karakter oyuncusuydu. “Organize İşler”de de bir adet sahnesi olan bir mafya babasıydı. Ferzan’ın filminde oynamış gelmiş, Yavuz Turgul’un filminde Şener Ağabey’in (Şen) yanında oynamış gelmiş. Yani aslında Cem dayanışma içinde, hatta dayanışmalar silsilesi içinde.

        - Ben en çok Russell Crowe’a verdiği desteği unutmuyorum.

        C.Y.: (Gülüyor.)

        Y.A.: Russell Crowe... Bir tane daha vardı.

        C.Y.: Yok ya, vergiler dışında hiçbir şey kalmıyor. Avustralya memleketine çok büyük vergi ödedik.

        Y.A.: Öyle mi?

        -Gerçekten mi?

        C.Y.: Tabii!

        Y.A.: Hatta ve hatta, yanılıyorsam beni düzelt, “Çalgı Çengi” filmi “Dondurmam Gaymak” gibi ortalıkta dolanırken kalkmış hamisi olmuş, elinden gelen katkıları yapıp prezante etmiş.

        - Onlar da her defasında teşekkür ediyor ama...

        Y.A.: Ne güzel, karşınızda devasa gişeler yapan iki tane arkadaşımız var, meslektaşımız var şu an. Biri yönetmen-senarist, 2-3 oyuncu, bir grup... Oradan bir partikül dağıldı ve camia oldu. Ben niye Yılmaz’la film çekemeyeyim, Cem’le film çekemeyeyim? Bak eskilere, Tarık Akan bir yerde “Hababam Sınıfı”nda figüran ya. Kemal Sunal, Şener Şen...

        - Eskiden biraz daha normalmiş, şimdi hafızalar kısalmaya başladı. Senin anlattığın hikâyeyi hakikaten kimse olduğu gibi görmüyor.

        C.Y.: Hafıza dedin de, çok önemli bir şey aklıma geldi. Şimdi bir büyük kalabalıksa mesela, bize eleştiri geliyor ve deniyor ki: “Hep aynı adamlarla film yapılıyor.” Aslında bu ne demek biliyor musun? “Her seferinde aynı filmcilerle film yapıyorsun.” Kendisi oynamadığı için benim aynı adamlarla film yaptığımı düşünüyor. Bir tek sen yoksun, diğerleri filmci zaten, biz zaten film yapıyoruz. Daha büyük bir kalabalık olarak beraber film yaptığımız zaman yine aynı adamlarla film yapmış olacağız. Bu hiç bitmeyecek ki, yine aynı adamlarla, bu işi yapanlarla film yapmak istiyorum. Benim duygum o.

        "SEYRETMEK GÜZEL, YAPIP SEYRETMEK DAHA GÜZEL"

        Y.A.: Yani şimdi Cem’le oturup bir Ege mütalaası, etütleri yapıp ardından hemen “Ege’de bir gazozcu, bir şekerci çekelim” demedik. Öyle bir hayat yok. Yazdım, dersime çalıştım. O da aurasıyla, oyun tekniğiyle, tecrübesi ve bir sürü şeyiyle katkıda bulundu. Ben de onun senaryosuna dramatiklik katmayı teklif ettim, çok da samimiydim. Filminde asistanlık yapmak istedim. Bu kadar.

        - Evet, doğru. Onu birkaç kere söyledi bana. Şaka yapmıyor.

        C.Y.: Estağfurullah.

        Y.A.: Estağfurullah falan değil, yönetmen olarak çektiğim çileleri sen çekme istiyorum. Megafon bende olsun.

        C.Y.: Sen yapamazsın, bizim filmde amfi yok çünkü, ben amfiden kesip kazanıyorum oğlum. Bizde amfi olmadığı için daha kolay. (Gülüyorlar.) Valla geçen gün ben de Yavuz Ağabey’le bir sohbette dedim ki: “Elimden ne gelirse yardımcı olurum ağabey, ben asistan olurum.” Baharda filme başlayacakmış. Seyretmek de güzel, film yapmak daha güzel. Hem yapıp hem seyredebiliyorsun çünkü.

        Y.A.: Art house’ta yönetmen sineması, aktör yönetmen, yazar yönetmen; yazar ve çeker. Bu popüler sinemaya da sirayet etti. Yazıyor, çekiyor, oynuyor gibi bir saplantı...

        C.Y.: Mesela ben öyle adlandırılabilirim.

        Y.A.: Öyle değilsin işte. Nasıl adlandırılacaksın ağabey? İki tane filmin var senin. Ondan öncekini Ömer Faruk Sorak çekti yanlış hatırlamıyorsam. “Yahşi Batı” senin senaryon, “Gora”yı da Ömer Faruk çekti. “Hokkabaz”ı beraber paylaştınız. Vesaire vesaire.

        C.Y.: Doğru aslında.

        Y.A.: Dolayısıyla şunu söylemek istiyorum. Ben yazacağım, ben çekeceğim... E ben ne zaman Yaşar Kemal çekeceğim? Ne zaman Oğuz Atay çekeceğim? Böyle bir saçmalık yok. Yazıp çekenlere saygım sonsuz. Kubrick’in bir tanesi kendi senaryosu değil. Jean-Luc Godard öyle. Hiçbiri değil. Şimdi karıştırdıkları şey şu. İlk kavramı icat eden “Yeni Dalgacılar” ve Godard. Bu bir Yüksel Aksu filmi, Cem Yılmaz filmidir. Bu bir Jean-Luc Godard filmidir. Bu onun senaryosunu ve yönetmenliğini yaptığı anlamına gelmiyor. Onun ruhunu tezahür ediyor.

        C.Y.: Hep tartışırlar ya “Yol, Şerif Gören’in mi, Yılmaz Güney’in mi?” diye. Şerif Gören’in filmi ama Yılmaz Güney’in de ruhu var.

        "EGE'DE GEZİLMEDİK YER KALMADI"

        - Filme dönmek istiyorum.

        C.Y.: Ben de eve dönmek istiyorum!

        - Ben de istiyorum, son.

        Y.A.: Ben de montaja.

        - Filmden bahsederken Adem yani Efe Parlar, annesi Ümmü Putgil, babası Okan Avcı, rol modeli Hasan abisi yani Yılmaz Bayraktar, Adem’in okul aşkı Berna yani Greta... Senin için bu isimlerin önemi neydi?

        Y.A.: Efe’yi birkaç bin çocuk arasından seçtim. Ege’de gezilmedik yer kalmadı.

        - O çocuğu bulamadığın için zaten...

        Y.A.: Evet, iptal ettim. Ümmü de zaten “Dondurmam Gaymak”ta küçük bir figürandı. Büyüdü, serpildi, güzel sanatları bitirdi, Londra’ya yerleşti. Drama eğitimleri veriyordu. Biz de sinema atölyesi açtığımızda “Atla gel” dedik, geldi. Bir sürü insanı, çocukları çalıştırdı. Okan zaten Fethiyeli bir çocuk ama reklamlarda, filmlerde oynamış, kıymetli bir arkadaşımız. Son dakika bir sürü arkadaşımızla görüştük. Kimisi uymadı. Yılmaz Bayraktar gibi bir çocuk tespit ettik. Bayıldım oyunculuğuna. Kız çocuğu, Greta’yı ben tanıyordum zaten. Yasemin de eski oyuncularımdan. Bayılıyordum çocuğun yüzüne falan. Onu da İtalya’dan aldık, geldik. Böylelikle “Sürekli aynı kişilerle film çekiyorsun” suçlamasından kurtulmuş olduk. Cem Yılmaz var, Berat Efe var, Almanya’dan Yılmaz var, İtalya’dan Greta var, Londra’dan Ümmü var, müzikler Yunanistan, Kastamonu’ndan arkadaşlarımız var. Dolayısıyla bu sefer füzyon filmi oldu.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ