Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam Manken gibi oldular

        AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış'ın eşi Beyhan Bağış, özel hayatını ALEM'e anlattı. Harvey Nichols'dan ayrıldıktan sonra İstinye Park'taki Vakko mağazasını açan Bağış, kariyerini ona güvenip ABD'ye pazarlama ve moda okumaya gönderen babasına borçlu olduğunu söyledi.

        "12 yaşımdan beri hayalim New York'a gitmekti. 15 yaşımdan beri de idealim Fashion Institute oh Technolohgy'de moda okumaktı" diye anlatan,

        Bursalı bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü Beyhan Hanım, Egemen Bey ile ABD'de okurken tanışmasını şöyle anlattı: "Bir siyasetçinin eşi olacağım akılam gelmezdi. Ben sadece doğru insanı aradım ve Egemen'le tanıştığımız akşam doğru insanla tanıştığımı anladım. Tanıştığımızda kamu hizmetinde çalışacağını anlamıştım."

        Beyhan Bağış, "Rüyamda görsem bir akşam Ahmet Ertegün'ün evinde Sayın Başbakanımızın da bulunduğu yemekli toplantıda sol tarafımda Osmanlı car de la Renta'nın, karşımda Donna Karan'ın, sağ tarafımda New York Belediye Başkanı Bloomberg'ün oturacağına inanmazdım" diyor.

        FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYIN İşte ALEM Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Berna Ertan'ın Beyhan Bağış ile yapılan röportaj:

        Beyhan Bağış; sevecen ve samimi. Son yıllarda siyasetin cemiyet hayatında ve iş dünyasındaki yükselen cazibesinden, bir milletvekili eşi olarak en çok etkilenen kadınların başında geliyor. Bir siyasetçi eşi olmasının yanı sıra, moda ile iç içe geçen dokunuşlarda adına sık rastlar olduğumuz bir iş kadını... Önce Harvey Nichols’ın açılışında ve ardından Vakko İstinyePark mağazasında rastladık.

        AKP İstanbul Milletvekili ve Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Egemen Bağış’ın eşi Beyhan Hanım’ı yoğun ısrarlarımızdan sonra bu söyleşi ve çekime ikna edebildik! Neyse ki arada rahmetli Ahmet Ertegün’ün hatırı ve onun sayesinde gelişen dostluğumuz vardı. Zevkli, renkli ve elbette Vakko’dan seçilen kıyafetler eşliğinde, bir moda çekimi tadında özel bir söyleşi gerçekleştirdik. İşte bir işkadını ve bir milletvekili eşi olarak Beyhan Bağış...

        Beyhan Hanım sizi tanıyabilir miyiz? Şimdiye kadar yaptıklarınızdan ve şu an bulunduğunuz noktaya nasıl geldiğinizden söz eder misiniz?

        Memnuniyetle. Aslen Bursalı’yım. Bursa Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra 1 sene ODTÜ’de Sosyoloji okudum. Ardından da hem ağabeyim Amerika’da üniversiteye gittiği için hem de benim çocukluk hayalim Amerika’da okumak olduğu için, biraz zor bir süreçten sonra-bir sene ODTÜ’de sosyoloji okuyup- Amerika’ya gittim, öğrenimimi sürdürmek için.

        Neden zor olduğundan bahseder misiniz?

        Çünkü ben Bursalı bir ailenin, üç çocuğundan en küçüğüyüm. Yurt dışına göndermeye kıyamadılar açıkçası. Yıl 1988, o dönemlerde tabii kimse kızını Amerika’ya okumaya göndermek istemiyordu, en azından Bursa gibi nispeten küçük bir şehirde. Ankara’da bir yıl okuduktan sonra sanırım babam bir şekilde kendi ayaklarımın üzerinde durabileceğime inandı, bana güvendi ve sağolsun beni Indiana’ya ağabeyimin yanına gönderdi. Ama benim 12 yaşından beri asıl hayalim New York’a gitmekti. Aşağı yukarı 15 yaşımdan beri de idealim moda okumak FIT’de (Fashion Insitute of Technology) okumaktı. Yani Bloomington Indiana’ya gitmek beni kesmedi. Dolayısıyla New York arayışımı sürdürdüm ve FIT’ye kabul edildiğim halde, ilk sene Philadelphia’da üniversite eğitimime başladım, çünkü o dönemde ağabeyim mezun olup Türkiye’ye dönüyordu ve benim Indiana gibi bir yerden New York’a geçiş yapmam da güç olacaktı. Dolayısıyla “ara sıcak” olarak, Philadelphia College of Textile’da bir sene tekstil okudum. Onun ardından FIT’ye transfer oldum..

        Nasıl bir eğitim aldınız orada?

        FIT’de moda tasarımı, iç mimari, teksil pazarlaması, mühendisliği ve fashion merchandising denilen moda ürünleri satın alma ve pazarlaması eğitimi alma seçeneği bulunuyor. Ben Philadelphia’da bir yıl eğitim aldıktan sonra New York’a gitmek için kabulümün geldiğini ve oraya gitmek için izin istediğimi babama söylediğimde Amerika’da da tek başıma yaşayabileceğime artık güvendiği için bana karşı çıkmadı. FIT’de Fashion Buying Merchandising okudum. Orada bildiğiniz gibi önce yüksek okul diploması (Associate’s Degree) veriyorlar, onun üzerine üniversite derecesi (Bachelor’s Degree) için devam ediyorsunuz. Üniversiteyi de pazarlama üzerine bitirdim. FIT New York Eyalet Üniversitesi’ne bağlı bir devlet üniversitesidir, ama moda sektöründen çok fazla destek ve bağış aldığı için özel üniversite kalitesinde bir okul ve ortam yaratılmıştır FIT’de. Yönetici kimliğimin ön plana çıkması için Pazarlama okudum ancak Çicek Tasarımı dersi bile alıp yaratıcı yönümü canlı tutmaya çalıştım. Daha sonra da Baruch College’da işletme master’ı yaptım. Bana ‘niye Columbia’da, NYU’da yapmadın diye sorabilirsiniz... Ben de size “ekomonik gücümüz sadece ona yetiyordu” diye söyleyebilirim açıkgönüllülükle. Çünkü eşimle aynı zamanda master yaptık, o kamu yönetiminde yaparken, ben işletme master’ı yaptım. Dolayısıyla gündüzleri çalışıp akşamları okula gidiyorduk.

        Bu röportajı okuyan New York’ta ya da yurt dışında zaman geçirmiş dostlarım da bunu bilir, yurt dışında çalışmak ve okumak çok kolay şeyler değildir ve çoğu kişi özellikle New York’ta gündüz çalışıp akşam okula giderler. Biz de eşimle bunu 4-5 yıl kadar yaptık. Eşimle de, ben üniversite 3’teyken evledik. O okulunu bitirmişti o zaman. İşletme master’ını da yaptıktan sonra New York Başkonsolosluğu’ndaki işimden ayrıldım. Çünkü çalışma iznim çıktıktan sonra orada çalışma zorunluluğum bitmişti ve kendi sektörümde yani eğitim aldığım konuda kariyer yapmak istedim. Ancak önce Birleşmiş Milletler binasına çok yakın bir hediyelik eşya mağazası açtım ve 3,5 sene kadar orayı işlettim yani girişimci yönüm de çok güçlü! Hep yapmak istediğim şey ise bir Amerikan şirketinde satın alma yapmak, yani buyer olmaktı. Uzun süre de bu işi yaptım. Federated Department Store’da (Macy’s, Bloomingdale’s gibi mağazaların bağlı olduğu) çalıştım. O dönemde Stern’s de vardı, ama sonra kapandı. Bunların ayrı ayrı satın alma departmanları vardı çünkü hepsinin müşteri profili çok farklıdır. Ama zaman içerisinde bu fonksiyonları birleştirdiler. Stern’s şu anda kapandı ama orada satın alma bölümünde çalıştım. Zaman içerisinde anladım ki satın alma biraz borsacılık gibi. Keyifli bir şekilde ürün, koleksiyon seçerken her şey birer rakam oluyor, ‘Kaça satın aldın? Kaç adet sattın?’ gibi, bu çapta satın alma yaptığınızda ürünü unutuyorsunuz. Bütün hayatınız bilgisayar ve bilgisayardaki raporlar haline geliyor. Üründen, daha da önemlisi insandan uzaklaşıyorsunuz. İnsandan uzaklaşınca da keyif almamaya başladım ve orada bir yöneticim ile konuştum. Beni kaybetmek istemediklerini ve sahip olduğum birikimden faydalanmak istediklerini söyleyip beni eğitim departmanına yönlendirdiler. Uzun süre orada hem satın alma üzerine hem de satış hizmetleri üzerine eğitim verdim. Federated Department Stores’daki yani Stern’s’deki eğitim departmanının başındaydım. Ondan sonra Saks Fifth Avenue’den bir teklif geldi ve orada Satış Hizmetleri ve Eğitim Müdürlüğü yaptım. Dolayısıyla Amerika’da hem işin satın alma tarafı hem mağazacılık ve eğitim tarafı hem de satıştaki hizmetler konusunda geniş bir tecrübem oldu.

        Siz tüm bunları yaparken Egemen Bey neler yapıyordu?

        Egemen, 1995 yılında Turkish Link’i kurdu. Halen de New York’ta faaliyet gösteren bir şirketimiz. Tercüme ve Danışmanlık Bürosu olarak hizmet veriyor. Egemen, o dönemde Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu’nda Executive Director (Genel Direktör) idi. Daha sonra o işinden ayrılıp kendi işini kurdu. Ama federasyonla organik bağı bitmiş olsa bile gönüllü olarak federasyonda çalışmaya devam etti, akabinde de zaten federasyonun başkanı seçildi. Ondan sonra da Sayın Başbakanımız tarafından siyasete girme daveti aldı ve Türkiye’de seçimlere girdi bildiğiniz gibi.

        Sizinle Ahmet Ertegün vasıtasıyla tanışmıştık, Amerika’da yaşadığınız yıllarda yaşadıklarınızı, Ahmet Bey’in ülkemizi orada nasıl temsil ettiğini, Türkler’in New York ve Amerika’daki durumunu bir de siz anlatır mısınız?

        Ahmet Bey Allah rahmet eylesin hepimizin çok sevdiği bir insandı. Bir de bunun ötesinde Amerika’daki Türk lobi faaliyetleri için büyük çaba sarf ettiğini hepimiz biliyoruz. Ayrıca kendisinin hem şu andaki hem de bundan önceki başbakan ve cumhurbaşkanlarımızın Amerika seyahatleri sırasında organize ettiği yemekli toplantılar her zaman çok etkili olmuştur. Çünkü Amerikalı bir modacının ya da belediye başkanının, New York Belediye Başkanı’nın örneğin Türkiye Başbakanı ve Cumhurbaşkanı ile tanışması Türkiye hakkındaki bütün ön yargıları yıkabiliyor. Çünkü ilişkileri kişisel seviyeye indirgediğinizde bazı farklı ön yargılar silinebiliyor. Ahmet Bey bütün hayatı boyunca ve özellikle hayatının son yıllarında kendisini buna çok odaklamış bir insandı. Ben, rüyamda görsem bir akşam yemeğinde Ahmet Bey’in evinde, Sayın Başbakanımızın da bulunduğu yemekli toplantıda sol tarafımda Oscar de la Renta’nın, karşımda Barbara Walters ve Donna Karan’ın, sağ tarafımda New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg’in oturacağına inanmazdım.

        Ahmet Bey aracılığıyla tüm bu önemli isimlerle özellikle de ünlü modacı Oscar de la Renta ile samimi bir iletişim kurma fırsatım oldu. Bu herkesin organize edebileceği bir yemek değil. Henry Kissinger örneğin, Ahmet Ertegün’ün çok yakın dostuydu. Tabii onun yerini dolduracak Muhtar Kent, Mehmet Öz gibi birçok aday olmasına rağmen bu asla mümkün değil. Ahmet Bey’in boşluğu doldurulamaz. Bir kere eski bir Washington büyükelçisinin oğlu olması, çok önemli bir altyapıya sahip olması, Amerika’da ırkçılığın kol gezdiği bir dönemde siyahilerin konser verebildiği tek yerin Türk Sefareti olabilmesini sağlayan bir vizyona sahip olması muazzam. Velhasıl Ahmet Bey’in yeri doldurulamaz. Bizim de dostluğumuzda çok büyük katkısı olduğu için ruhu şad olsun. Onun sayesinde ben sevgili Bilge ve Tarkan’la, Rıfat Özbek ile de çok yakın dost oldum, Lüset ve Mustafa Taviloğlu’yla da örneğin onun evinde tanıştım. Başka türlü tüm bu insanları ya da sizi hiç tanımayabilirdim. Onun Bodrum’daki ve New York’taki evleri çok şeylere tanıklık etmiştir. O yüzden yeri doldurulamaz bir insandır.

        Ahmet Bey’in pek çok genç dostu vardı, bizler gibi...

        Evet. Çocuğu olmamasının boşluğunu belki bu şekilde dolduruyordu. Biz de öldüğünde ailemizin bir ferdini kaybetmiş gibi üzüldük. Ben gerçekten çok etkiledim. Öldükten sonra inanamadık, çok garip bir şey.

        Gelelim tekrar size; yani Egemen Bey ile evliliğinize... Allah öyle bir harita yazmış ki Egemen Bey’le tanışmanız 29 Ekim, sonra Egemen Bey 23 Nisan doğumlu...

        Doğru, ama dediğiniz gibi kaderimizde herhalde bir şeyler yazılmıştı ki böyle oldu..

        İnsanlar aşık olup ya da ortak bir hayat görüşünü paylaşıp evleniyorlar...

        Küçüklükten beri modaya ilginiz olduğunu söylediniz. Bir politikacıyla evleneceğiniz hiç aklınıza gelmiş miydi?

        Babam Bursa’da sanayiciydi ve ben büyürken politikacılarla iç içeydi. Rahmetli Turgut Özal milletvekili olması için çok ısrar etmişti, o da ‘Hayır, ben sanayiciyim, üretim yapmak isterim, işimi boş bırakmak istemem, ben başında olmazsam olmaz’ demişti.

        Başkası olsa böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyebilirdi.

        Evet. O yüzden oradan bir yakınlığım var siyasete. Ama bunu dışında bir siyasetçinin eşi olacağım aklıma gelmezdi. Ben sadece, doğru insanı aradım ve o baloda Egemen’le tanıştığımız akşam ben zaten doğru insanla tanıştığımı anladım. O da ben de o akşam anladık bunu. Hiç aklımda olmamasına rağmen, tanıştığımızda doğru insan olduğunu hissettiğim kadar, bu kişinin öyle ya da böyle kamu hizmetinde çalışacak bir profil olduğunu da hissetmiştim ve bir anlamda da bile bile lades oldu. O yüzden şu anda şikayet etmeye hiç hakkım yok.

        Egemen Bey’e politikaya atılması için böyle bir teklif geldi ve İstanbul’a geldiniz...

        Hayır, ilk önce Ankara’ya kesin dönüş yaptık. Bu kararı almamızda Tayyip Bey’in Egemen’e gösterdiği güvenin büyük etkisi olmuştur. Sonrasında Emine Hanım da bizleri tanıdıkça anaç ve sevecen yapısıyla bizi sahiplendi. 2002 yılında Egemen’in siyasete girmesi ile evimizi Ankara’ya taşıdık.

        Ankara’yı seviyor muydunuz bu arada?

        Ankara’yı seviyordum. İlk çocuğumuz Egehan Amerika’da Frank Sinatra’nın ve beyzbolun doğum yeri Hoboken New Jersey’de, Ecehan da Ankara’da dünyaya geldi. Dolayısıyla ben aynı zamanda siyaset de hayatımızda yeni olduğu ve evimizi taşıdığımız için 3,5 sene kadar çalışmadım. Daha sonra aile dostumuz Bülent ve Oya Eczacıbaşı aracılığıyla Burç Cemiloğlu ve rahmetli Celal Öğretmengil ile tanışıp İstanbul’a taşınma kararı aldık, Harvey Nichols’ın bana yaptığı iş teklifinden sonra, İstanbul’a taşımamız hayatımızda büyük bir adım oldu.

        Egemen Bey İstanbul Milletvekili olduğu için buraya taşınmanız çok doğal ...

        Şu anda benim seçim bölgesini de içeren (İstanbul 2. Bölge) Sarıyer’de çalışmam, çocuklarımızın bu bölgede okula gitmesi ve evimizin de burada olması tabii bizi biraz daha gerçek hayata bağlıyor. Çünkü “siyasetçiler ve eşleri sırça köşkte oturuyor, olan bitenden haberdar değil, halkın arasında değil” gibi eleştiriler geliyordu. Bu dönemde artık böyle bir şey söz konusu değil, çünkü tüm siyasetçi eşleri halkla daha çok iç içe yaşıyor.

        İstinyePark ve Vakko’ya gelelim; Zaten mağaza açılışları konusunda da oldukça yoğun bir tecrübeniz oldu, biraz bahseder misiniz bundan?

        Ben Celal Bey vefat ettikten sonra, Harvey Nichols’tan ayrıldım. Benim için çok zor bir karar oldu. Mağaza açılışları çocuk doğurmak gibi bir his, yorucu ama iyi geliyor bana. Mayıs 2007’de oradan ayrıldığımda kısmette İstinyePark’ta bu kadar güzel bir Vakko açmak varmış! Çok zor oldu ayrılmak diyorum ancak Harvey Nichols’ta olaylar maalesef müşteri hizmeti anlayışı anlamında istediğim gibi gelişmedi. Çünkü İngiltere’de vermediğiniz bir hizmeti burada aynı müşteriye vermek zorundasınız. Çünkü rekabet onu gerektiriyor. Burada pasta daha küçük, İngiltere’deki, Londra’daki pasta gibi değil. Oradaki turist sirkülasyonu maalesef ülkemizde yok. Dolayısıyla yerli müşterimize, dostlarımıza o farklılığı daha çok hissettirerek hizmet vermek zorundayız. Çünkü bir siyah pantolonu bir siyah çantayı dünyanın her yerinden satın alabilirsiniz. Siyahı örnek veriyorum çünkü hepimizin hayatımızda klasik olması nedeniyle siyahın yeri ayrıdır. Milano’dan, New York’tan, Londra’dan dünyanın her yerinden alabilirsiniz bunları. Asıl önemlisi müşteri ile özel bir iletişim kurup müşterinin sadece siyah çanta almasını değil, tekrar tekrar gelip sizden alışveriş yapmasını sağlamaktır. Ayrıca markalar da çok geçici ve çok dayanmamamız gereken bir destek, çünkü bu sene moda olan bir marka seneye moda olmayabilir.

        Peki ne yapmalı hanımlar bu konuda sizce?

        Klasik, kaliteli şeyler almalı ve gardırobumuzu moda aksesuarlarla desteklemeye çalışmalıyız her zaman. Şimdi herkesin üzerinde görüyorum bunu ama ben Amerika’da yaşarken de her zaman çok sade giyinirdim. Kıyafetimi ayakkabılarla, bir portföy çantayla, yüzük, kolye ya da fular gibi aksesuarlarla zenginleştirmeyi ve o günün çizgisini taşımayı hep tercih ettim. Çünkü öteki türlüsü çok masraflı oluyor ve gardıroplarımıza sığmıyor hiçbir şey. O yüzden klasik parçalara biraz daha fazla bütçe ayırıp, kaliteli ürünler edinip gardırobumuzu bunların üzerine inşaa etmek çok daha sağlıklı ve bütçemize iyi gelen bir alışveriş stili. Aksi takdirde hakikaten, hepimiz zorlanıyoruz, her moda olanı satın almaya yetişemiyoruz. Örneğin benim bir tane çok ünlü bir marka çantam vardır. Onun dışında değişik markalardan çok çanta satın alırım. Ciddi bir çanta koleksiyonum vardır ama çoğunlukla çantama bakan kişi markasını anlayamaz. Bence bir Kooba; Oscar de la Renta ya da Barbara Bui çanta taşımak çok daha gizemli ve asil olabiliyor. Mühim olan üzerinizde bir şey taşıdığınızda insanların; ‘Bunun markası ne?’ ya da ‘Bunu nereden aldın?’ diye sormasıdır. Çünkü birincisi üzerinde markası yazmıyor demektir, ikincisi de sizin iyi taşıdığınızı gösterir. Dolayısıyla her moda olan çantayı, kıyafeti, ayakkabıyı almak benim çok tarzım değil. Ama bunu yapanları da eleştirmiyorum, herkes seçimlerinde serbesttir. Moda zaten insanın kendini giyim tarzı ve özgün seçimleri ile ifade etmesidir.

        Moda sektörünün içinde bir bayan, yüksek protokolün içinde bir eş ve bir anne olarak nasıl bir giyim stili benimsiyorsunuz?

        Ben Beyhan gibi giyiniyorum...

        Beyhan’ı tanıyalım o zaman..

        Çoğu kadının yaptığı gibi ben de hangi ortamda neyin giyilmesi gerektiğine dikkat eden bir insanım. Tabii buna devlet protokolü de dahil. Çünkü devlet protokolünün genel hatları ile bazı kuralları var.

        Nedir bunlar?

        Siyah başta olmak üzere, daha nötr renkler giymek diyebilirim. Bir camel rengini devlet protokolünde giyebilirsiniz ama bir elektrik mavisi ya da fuşya pek tercih edilmez.

        Kemik rengi giyseniz olabilir mi?

        Evet, kemik rengi de nötr bir renktir.

        Peki kırmızı?

        Hiç kimse bir şey demez, asil bayrağımızın rengi. Ama ben kırmızıyı aksesuarlarımda tercih ederim. Kırmızı bir eldiven, kırmızı bir portföy çanta ya da kırmızı bir ayakkabı çok da şık olabilir protokol ortamında.

        Bir mağaza yöneticisi olarak satış elemanlarınıza ne tür önerilerde bulunuyorsunuz?

        Mağazamıza gelen dostlarımıza ve müşterilerimize doğru seçimi yaptırmanın önemi üzerinde duruyorum. Çünkü kısa vadeli düşünüp yanlış seçimleri yaptırdığınızda belki o günü kurtarıyorsunuz ama uzun vadede müşteriyi kaybediyorsunuz. Aslında her Vakko ürünü giyen, taşıyan insan sonuç olarak bir şey temsil ediyor. Müşterimiz bizim ürettiğimiz ve çok inandığımız bir koleksiyondan bir ürünle mağazadan çıktığında, o ürünün üzerinde düzgün durması lazım. Tadilatının doğru yapılmış olması, kollarının uzunluğunun doğru olması lazım. Eğer bunu başaramıyorsanız ve günlük tasalarla, bugünü kurtarayım diye uğraşıyorsanız o zaman uzun vadede hem markanın imajına hem de kendinize zarar verirsiniz. Aynı müşteri Amerika’daki ya da İngiltere’deki mağazada belirli bir hizmeti beklemeyebilir ama Türkiye’de farklı bir hizmet bekler. Ben “3 Sihirli İ” diyorum; müşteri ilgi, ikram ve indirim istiyor. İlginin büyük bir parçası tabii ki ikram. Çünkü Türk kültüründe bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır diye bir atasözümüz var... Günümüz mağazacılığında ise indirimi çok avantajlı ‘Loyalty Card’ olarak tabir ettiğimiz müşteri sadakat programları ile rutin bir düzene oturtmuş durumdayız. Ama maalesef yerel kültüre uyum sağlamayan ya da müşteri beklentilerine hassasiyet göstermeyen bazı mağaza zincirleri-benim geçen sene yaşadığım tecrübe de buna bir örnek oldu- bunu yapmayı reddederse ve yerel kültüre adapte olamazsa müşteri o mağazayı ya da markayı kabullenip sahiplenmiyor ve oraya gitme alışkanlığını edinemiyor. Çünkü çok şık bir mağaza yapmak elbette çok zor. Mimarların ve çalışan arkadaşların çok büyük emeği oluyor. Ama yine de çok şık bir mağaza yapmakla iş bitmiyor. Mağazanın içini insanla ve o değerle doldurmak gerekiyor ki, müşteri bir katma değer görsün. Tabii ki sattığınız ürünlerin hepsi kaliteli şeyler ama artık bu rekabetçi ortamda ürünün üzerine mutlaka bir katma değer koymanız lazım. Bu da tabii hizmetle oluyor. Adrese teslim paketini çok düzgün giyimli bir şoförle, şık bir arabada göndermek zorundasınız. Müşterinizin her türlü talebiyle yerine getiremeseniz bile ilgilenmek zorundasınız, yapamayacağınız şeyleri bile müşteriye açıklama diliniz ve şekliniz düzgün olmalı ki cevabın hayır olduğu senaryolarda bile müşteri elinizden geleni yaptığınızı anlasın. O zaman da zaten yine anlayışla karşılıyor.

        Biraz da kendi dünyanızdan bahsedelim... Mesela çok yorgun hissettiğinizde ne yaparsınız? Spor mu yaparsınız? Kitap mı okursunuz?

        Çocuklarımla zaman geçirip onlarla ilgilenirim ve çok sıkıntılı olduğum anlarda sahip olduğum şeylerin ancak çok şanslı bir insana nasip olacağını düşünmekle kendimi rahatlatırım. Eşimin yoğun hayatı, benim çalışma tempom ve çocuklarımın okulu ve kendilerine ait programları gibi konularda her insan gibi benim de bunaldığım zamanlar oluyor. Böyle anlarda perspektifimi, odağımı kaybetmemeye çalışıyorum, çünkü geçmişe baktığımda hayatım boyunca sarf ettiğim enerjinin, yorgunluklarımın, hayatımdaki zorlukların nasıl iyi sonuçlandığını, her şeyin iyi bir sebep için olduğunu düşünmek ilerisi ile ilgili bana bir enerji veriyor. Biraz Sufi bir yönüm de vardır- sizinle birbirimizden habersiz Konya’ya Şeb-i Arus’a gidip otelde karşılaşmamızı hatırlar mısınız? Zaman zaman içime dönüp düşünürüm ya da hiçbir şey düşünmemeye, kafamı rahatlatmaya çalışırım. Her zaman şükretmeyi bilen bir insan oldum. Onun için de herkesin duası belki başka şekillerdedir ama ben en çok sahip olduğum şeylere şükrederek dua ederim ve bunların hiçbirinin hayatımdan eksilmemesini dilerim. Her gün hayatımdaki güzelliklerin eksilmemesi ve nazara gelmemek dileklerimle yataktan kalkarım.

        Nazara inanır mısınız?

        Tabii, inanırım. Çünkü insan vücudunda, insanın gözünde ve bakışında müthiş bir enerji var. Bu iyi bir enerji olabiliyor, bazen istemeyerek kötü bir enerjiye de dönüşebiliyor. İnanç ve değerlerimizde yeri olduğu gibi nazara hakikaten inanıyorum.

        Bu keyifli röportaj için teşekkürler...

        Ben teşekkür ederim.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ