Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam Kütüphane üniversitenin kalesidir

        Geçtiğimiz hafta Gazete HaberTürk yazarlarından Elif Şafak çok önemli bir yazı yayımladı (25 Kasım 2010). Hem de büyük bir riski umursamayarak. Öyle ya, popüler bir film, bir manken, futbol, bilmem hangi etkinlikte kimin onur konuğu olması gerektiği vb. gibi çok “satan” bir konuyu işlemek yerine, kütüphane gibi bu toplumda fazlaca (hatta neredeyse hiç) müşterisi olmayan bir konuyu ele almak okunurluk açısından büyük bir risk taşımaktadır.

        Mutlaka üniversite yazılacaksa; rektör seçimleri, başörtüsü odaklı tartışmalar vs. gibi daha albenili bir alt konu dururken ne diye kütüphane ele alınır değil mi?

        Üniversite”, “kütüphane” ve “başarı” üçlüsü bağlamındaki yazısında, dünyanın en iyi 200 üniversitesinin arasında ODTÜ'nün ismini görünce çok sevindiğini yazıyor Elif Şafak, damarındaki ODTÜ’lülüğe vurgu yaparak. ODTÜ’lü olmasına rağmen de, listede 183. sırada olan ODTÜ’nün epey önünde Bilkent Üniversitesi’nin (112. sırada) olduğunu yazıyor büyük bir gururla.

        Ama insan düşünmeden edemiyor” diyor ve ardından can alıcı, dahası can yakıcı bir soru soruyor; “daha nasıl ilerleriz de daha çok sayıda üniversitemizi daha üst sıralarda görebiliriz?

        Cevaba işaret eden açıklamaları da yine kendisinden dinleyelim;

        Son yıllarda Türkiye’de birbirinden iyi ve iddialı üniversiteler açıldı, daha da açılıyor. Bakıyorum programlarına. Çok güzel ve renkli. İnsana umut ve heves veriyorlar. Bölümler iyi, kadro nitelikli, vizyon süper. Bir konuşma vermek için gittiğimde, sağolsunlar, elime şık broşürler, DVD’ler, tanıtım kitapçıkları veriyorlar... İnce ince düşünülmüş belli ki her şey. Kafeteryalar özenli, temiz, nezih. Duvarlar, tablolar, mekânlar süper. Sınıflar ferah, odalar estetik.

        Ancak, üniversitenin kütüphanesine uğradığında yaşadığı yegâne duygunun düş kırıklığı olduğunu ifade ediyor, satırlara açıkça yansımış bir üzüntüyle. Ve bir aydın sorumluluğuyla, hiç sözünü sakınmadan, acı gerçeği haykırıyor; Cumhurbaşkanından öğretim üyesine, gazetecisinden yazarına kadar, eli kalem tutan, ülkeye yön veren her kim varsa;

        “Ne yazık ki, yeni (ya da görece yeni sayılan) üniversitelerimizin çoğunun kütüphanelerinde inanılmaz bir pespayelik var. Üç beş, bilemediniz yüz, iki yüz kitap, belli ki hızlıca alınmış, yan yana dizilmiş, göstermelik. Adeta raf doldurmak için. Konu başlıkları yeterince düşünülmemiş, kitaplara yeterince yer ayrılmamış. Bir kenarda dergiler dizili. Cılız, az. Ne çeşit açısından ne arşiv bakımından dişe dokunur bir halleri var. Boş masalar. Boş raflar.”

        Devamla, bu kütüphanelerde alanların son derece dar olduğunu, üniversitenin planları çizilirken karar vericilerin kütüphaneden daha fazla bir alanı kafeteryaya ayırmakta bir sakınca görmediklerine işaret ediyor.

        “Üniversite sadece iş için eleman yetiştiren bir yer değil, bir insan fabrikası değil. Üniversite derinlemesine araştırma, öğrenme, zihnen ve kalben kendini geliştirme mekânı” dedikten sonra, “iyi bir kütüphane olmadan, en geniş bütçe kitaplara ayrılmadan bu nasıl mümkün olacak?” sorusuyla da taşı gediğine koyuyor.

        Bilkent Üniversitesi’ne geldiğinde, bu sorusuna, “Bugün Bilkent şayet bu kadar başarılı olabiliyorsa ve açık fark atabiliyorsa, bunu aynı zamanda o muazzam kütüphanesine borçludur.” diyerek net bir cevap veriyor. Anlamak isteyen herkesin anlayabileceği açıklıkta.

        Başka hiçbir üniversitenin bunu yapmadığını, hiçbir üniversitenin kitaba bu kadar geniş bütçe ayırmadığını; Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nin herkese parmak ısırtan, zengin, nitelikli, sahici ve dinamik bir kütüphane olduğunu; kısacası göstermelik değil gerçek bir kütüphane olduğunu vurguluyor, altını koyu kalemlerle çizerek.

        ODTÜ’deyken çalışmaya ve okumaya hep Bilkent Üniversitesi’nin kütüphanesine gittiğini belirterek, o gün bugündür, “neden başka üniversitelerimizde de böyle zengin kütüphaneler olmasın?” diye arzu ettiğini, dileğini ekliyor.

        Son cümle olarak da, “yeni kurulan üniversitelerde şık kafeteryalara, ışıklı koridorlara para harcamadan evvel adına layık kütüphaneler açalım lütfen!” şeklinde sitem dolu bir gönderme yapıyor; yeni üniversite kurmaya karar verenlerle, her yeni kurulan üniversitenin kurucu kadrolarına.

        …..

        Sayın Şafak’ın belirttiği gibi, gerçekten, bugün ODTÜ Kütüphanesi devlet üniversiteleri içinde her açıdan (koleksiyon, personel, bütçe vs.) en iyi birkaç kütüphaneden biri durumundadır. Bunun temel nedeni ise, hamurunda kütüphane kurumuna hak ettiği değeri veren; kütüphanecilik konusundaki uzmanlığı uzun yıllar önce benimsemiş; Kütüphanecilik bilim ve mesleğini 1877 yılında üniversite düzeyinde bir disiplin olarak kabul etmiş olan Amerika Birleşik Devletleri’nin katkılarıyla kurulmuş olması gerçeği yatmaktadır. Temeli öyle sağlam atılmıştır ki, kuruluşundan sonra görev yapmış hiçbir üniversite yönetimi çizgisini geriye döndürememiş, tam tersine ilerletmenin arayışında olmuştur.

        Bilkent Üniversitesi ise, kurucusu olan Hoca Bey’in (Prof. Dr. İhsan Doğramacı) üniversite sisteminde kütüphanenin yerine olan sarsılmaz inancı doğrultusunda, daha yolun başında hak ettiği yeri vermiştir kütüphaneye.

        Bilkent Üniversitesi’nin kurucu kadrosu daha başlangıçta dünyanın büyük üniversitelerinin bakış açısıyla kütüphaneyi büyük payelerle taçlandırmış; bu olumlu yaklaşım o günden bugüne gelişerek sürmüştür.

        Dolayısıyla ne Bilkent’in ne de ODTÜ’nün bu uluslararası başarısı tesadüfîdir. Tesadüfî değildir, çünkü her iki üniversite de, başarıları yolunda en önemli bileşenlerden biri olan kütüphane bağlamında, oyunu kuralına göre oynamış ve “-mış gibi” yapmamıştır.

        Sonuç ortada. Balçıkla sıvanamayacak kadar da ışıl ışıl.

        …..

        Batının gelişmiş ülkelerinde bir üniversitenin niteliği ve yeterliliği, söz konusu üniversitenin odak birimi olan kütüphaneye karşı sergilediği yaklaşım çerçevesinde değerlendirilmekte ve bu bağlamda, kütüphane kurumu, üniversite için yaşamsal önemde bir birim olarak kabul görmektedir. Üstelik bizde olduğu gibi, idari değil akademik statüyle.

        Geçen yüzyılın başında, 1903 yılında, Chicago Üniversitesi’nin kurucu rektörü William Rainey Harper (1856–1906), kütüphanenin üniversite sistemi içerisindeki varlığının ne anlama geldiğini son derece veciz bir ifadeyle ortaya koymuştu; “Kütüphane üniversitenin kalbidir” şeklindeki, üniversite ve kütüphane tarihine mal olmuş sözüyle.

        Bu evrensel gerçeğe karşın bizim ülkemizde kütüphaneler üniversite, okul gibi eğitim-öğretim kurumlarının planlanması aşamasında, tam da Sayın Şafak’ın son cümlesinde vurguladığı gibi, kafeterya vb. bölümlerden sonra düşünülmektedir. Harcamalar önce ve daha fazla bu tür unsurlara tahsis edilmektedir.

        Bu durumu birebir yaşadığım bir örnekle somutlaştırmak isterim.

        Köklü bir devlet üniversitesinde, üniversitenin bölümlerinden birinin kuruluş yıldönümü münasebetiyle düzenlenmiş olan bir panele katılmıştım.

        Konuşmacılar oldukça yüksek makamlardandı ve yöneticisi ise, kuruluşu kutlanan bölümün başkanı olan profesördü. Adeta tıka basa dolu olan salonda davetliler de seçkin mi seçkindi. Bölümün kurucuları, önemli mevkilere yükselmiş eski mezunlar, bölümün öğretim elemanları, farklı fakülte ve bölümlerden davet edilmiş dekanlar, bölüm başkanları, öğretim üyeleri...

        Hatırladığım kadarıyla üç kişi olan konuşmacılardan birisi Üniversite’nin Rektörü idi.

        Konuşmaların ardından soru-cevap bölümüne geçildiğinde, oturumu yöneten profesör, gayet kibar bir ifadeyle, Rektör Bey’e, öncelikle kendisinin bir sorusu olduğunu söyledi.

        “Sayın Rektörüm” dedi, “bildiğiniz gibi, üniversiteler eğitim-öğretim ve araştırma kurumlarıdır. Takdir edersiniz ki, bu tür bilimsel faaliyetlerin olmazsa olmaz destekçisi ve alt yapı unsuru ise, üniversitenin kütüphanesidir. Şu seçkin topluluğun tartışmasız kabul edeceği bu gerçek karşısında, bizim üniversitemizin merkez kütüphanesi, ne yazık ki, son derece yetersiz ve bu nedenle de işlevsiz bir durumda. Size sormak istediğim, acaba kısa vadede merkez kütüphanemizin iyileştirilmesi ve yaşayan bir kütüphane haline getirilmesi için bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz?”

        Bu açık soru karşısında, kısa bir şaşkınlık yaşayan Rektör, -belki de, “buradaki en yüksek makam sahibi benim, cevabım üzerine başka kimse yorum yapamaz” düşüncesiyle- orada bulunan bir tek kişinin bile tahmin edemeyeceği bir cevap verdi. Eveleyip gevelemeden, net ve açık ifadelerle.

        “Çok haklısınız”, dedi, “size tamamen katılıyorum; kütüphaneler, bilimsel araştırmalar ve hatta serbest zaman okumaları için son derece önemli kurumlardır. Ancak, sizler de takdir edersiniz ki, devlet bütçesinden üniversitelere ayrılan pay son derece yetersiz. Ayrıca yine hepinizin bildiği gibi, üniversitemizin tek problemi kütüphane değil. Öğrenci yurtları, yemekhaneler, otopark, kaldırımlar başlı başına birer sorun. Mevcut kaynaklarla bütün problemleri aynı anda çözmemiz imkânsız. Tabi ki, kütüphanemizin işlevsel duruma getirilmesi de planımız dâhilinde ancak, halletmemiz gereken öncelikli işlerimiz var ve bunların ilk sırasında ise, kampüs içindeki kaldırımların yapılması gelmektedir.”

        Bu sözler salonda öyle bir hava estirdi ki, “daha sonra otopark sorunu .....” şeklinde devam eden sözleri bir tek kişinin bile dinleyecek hali kalmamıştı. Bu inanılmaz sözler üzerine, başta soru sahibi profesör olmak üzere, kimileri başını önüne eğerken; bazıları da şaşkın ve sessiz bakışlar gönderiyordu yanındakine ya da karşısındakine.

        …..

        İşte size, üniversite ve kütüphane ilişkisi bağlamında iki yaklaşım… Bir yanda, yarıştığımız ve ancak iki üniversitemizle aralarına girebildiğimiz üniversitelerden birinin rektörünün “üniversite kütüphanenin kalbidir” şeklindeki tarihe mal olmuş unutulmaz sözü; diğer yanda ise, “önce üniversite kampüsünün kaldırımlarını bir halledelim, sonrasında sırası gelince kütüphaneyle de ilgileneceğiz” şeklindeki algı düzeyi.

        İkisi de profesör, ikisi de bilim insanı ve ikisi de rektör... Farklı olan ise, üniversite sisteminde kütüphanenin yeri konusundaki algı ve kabul biçimleri. Öyle bir fark ki, yer ile gök kadar.

        Elif Şafak’ın, “gezdiğim üniversitelerde her şey güzel; derslikler, kafeteryalar ama eksik olan kütüphane; adları var kendileri yok birçoğunun” serzenişine sebep olan durum, bu sakat anlayışın ürünü. Tabi, hepsi böyle değil. Devlet ve özellikle vakıf üniversiteleri arasında oldukça iyi düzeyde kütüphanelere sahip olanlar var ancak, henüz durum genel olarak iç açıcı değil.

        …..

        Üniversite kütüphaneleri ve Toplam Kalite Yönetimi odaklı doktora tezimi hazırlarken, incelediğim yabancı bir kitapta, Kütüphanesiz üniversite, surları olmayan kaleye benzer.” şeklinde çarpıcı bir sözle karşılaşmıştım.

        Bu derin söz, Harper’ın kütüphaneyi, üniversite sisteminin kalbi olarak görmesi ve verdiğimiz örnek, hepsi birlikte düşünülecek olursa, neden sadece iki üniversitemizin dünyanın en iyi 200 üniversitesi arasına girebildiğine dair önemli ipuçları yakalanabilecektir.

        Dr. Erol YILMAZ

        Kütüphaneci

        erolxyilmaz@yahoo.com

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ