Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam Yazarlar onu böyle andı...

        Hrant Dink'in öldürülmesinin üzerinden dört yıl geçti.

        Bugün çeşitli gazetelerden yazarlar köşe yazılarıyla Dink'i andılar ve suikastın dört yıldır bir türlü çözülememesine isyan ettiler.

        İşte o yazılardan bazıları...

        ECE TEMELKURAN – GAZETE HABERTÜRK

        Yasın renkleri

        Zaman, renkleri yeniden boyar. Neşenin de kederin de renklerini ele geçirip yeniden adlandırır. Önce ferini alır rengin, sonra sepyalaştırır, derken iyice sandık lekesi. Renk, en sonunda kendi hatırasına dönüşür. Ama renk asla büsbütün kaybolmaz. Zaman, renkleri yenemez.

        Dört yıl sonra yasın rengi değişiyor. Hrant’ın gidişinden sonra çeşitli yerlere koyduk acısını. Kesif kederin yanında tuttuk bir süre. Uzun süre suçluluk duygusunun kenarındaydı. Sonra aldık, inat ile bir araya koyduk. Ara sıra yerini değiştirdik, öfkenin eteğine bıraktık. Bıkkınlığın, isyanın, kahrolmanın etrafında dolandı sık sık. Bütün bunlar olurken hep kalabalıklar içinde ama aslında hep tek başınaydık. Çünkü acı, ne olursa olsun, tek kişilik bir yerdir.

        Derman için bilmek

        Bu tek kişilik yerde zaman zaman kaybediyoruz yasımızın takipçisi olmak için gereken dermanı. Başka arkadaşlar taşıyorlar bizim için inadı. Sonra onlar yorulunca biz. Böyle böyle hiç yere düşürmeden Hrant’ın hatırasını, yürüyüp gidiyoruz. Dört yıldır böyle yapıyoruz.

        Bu yıl ne yapacağız peki? Ben, Nedim Şener’in “Kırmızı Cuma - Dink’in Kalemini Kim Kırdı?” kitabını okuyacağım. Çünkü “unutmamanın” somut karşılığı, bilmektir. Durmadan bilmeye devam etmek. Bildikçe daha çok bileneceğiz çünkü. Ve bizim bilenmiş olmamız lazım, evet.

        Kırmızı cuma ve pazartesi

        Nedim, Hrant’ın arkadaşı değildi. Ama bu derin cinayetin pis kokulu dehlizlerine daldıkça bildiklerine katlanamaz hale geldi. “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” kitabı yüzünden 28 yıl hapis cezasıyla yargılandı. Yakın bir zamanda beraat etti ve şimdi yeni kitabı çıkardı: “Kırmızı Cuma - Dink’in Kalemini Kim Kırdı?”

        “Kırmızı Cuma”, adını cinayetin azmettiricisi olarak yargılanan Erhan Tuncel’in Nedim’e hapishaneden yazdığı mektuplardan alıyor. Erhan Tuncel, mektuplardan birinin sonunda Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” kitabının başındaki paragrafı alıntılıyor:

        “Vicario kardeşler, Santiago Nasar’ı hemen ve gizlilikle öldürmek konusunda yapılması gereken hiçbir şeyi yapmamışlardı. Aksine, birinin gelip onlara engel olması için boş yere akla gelmedik yollara başvurmuşlardı.”

        “Kırmızı Pazartesi” kitabı, “işleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü”nü anlatır. Nedim Şener’in ortaya çıkardığı belgeler ve gerçekler bir kez daha gösteriyor ki Hrant’ın öldürüleceğini de herkes biliyordu. Emniyet de jandarma da bu günaha katılmıştı. Ve hatta başkaları da, çok daha tepedekiler de.

        Hrant'ın hatırasının çekiştirilmesi

        Türkiye’deki siyasi kutuplaşmada Hrant’ın hatırası çekiştiriliyor. Sadece hatırası değil aynı zamanda cinayetin zanlılarına alınan tavır da bu kutuplaşmaya göre belirleniyor. Hükümet ya da cemaat yanlıları Emniyet’i koruyup Ordu’yu esas fail ilan etmeye çalışıyor örneğin. Evet, bu çok ayıp şeyi de yapıyor kendini Hrant’a çok yakın olarak gören kimileri. Nedim ise bu çirkin siyasi oyunların üzerinde başka bir şey yapıyor. Sadece belge ve bilgiye dayalı olarak bu korkunç cinayetin ve giderek Türkiye’nin içinde bulunduğu kepazeliğin ipliğini pazara çıkarıyor. Nedim’in yası, Hrant’ı tanıyor olmaktan değil, olayların içyüzünü bilmekten kaynaklı. Bu yüzden kitabın sonunu şöyle bitiriyor:

        “...'Biz onurlu insanlarız, soykırım yapmayız' diyebilmesi için Dink cinayetinin aydınlatılmasını istiyorum, bu amaçla çalışıyorum. 1915’te yaşananların sorumluları hayatta değil ama bugün yaşayanlar gelecekte ‘bu tek kişilik soykırım suçlamasının’ altında kalmamalı. (...)”

        Hrant için, adalet için, bugün 15.00’te Agos’un önünde buluşmak üzere.

        SOLİ ÖZEL – GAZETE HABERTÜRK

        Dört yıl sonra eksideki bilanço

        Tarih 19 Ocak olunca dünya yıkılsa yazılacak tek konu var bana göre: Hrant Dink’in katledilmesi. Dört yıl geçti kurban edileli. O cinayetin tüm veçheleriyle aydınlatılmaması, mahkemesindeki kepazelikler, suçluların korunması için yargı, güvenlik ve hükümetin gösterdiği dayanışma da farkında olsanız da olmasanız da hepimizin üzerinde, ağır ve temizlenemeyecek bir leke olarak duruyor.

        Hrant Dink devletin güvenlik güçlerinin, idaresinin bilgisi dahilinde dürüst, vatanperver, barışçı, halkların kardeşliğine inanmış, bu inancının cesaretini taşıyan birisi ama en çok da Ermeni olma suçlarından dolayı infaz edildi. Ne hazin ki bugün bile bu rezillik nedeniyle utanan, bu suçun yükünü taşımak istemeyen, vicdanen huzur bulamayan insanların sayısı hayli düşük.

        Bunun neden böyle olduğu üzerinde etraflıca düşünmek gerekiyor. Düşünme gereği Hrant Dink’i veya yaşantısı sırasında dile getirdiği düşünceleri beğenip beğenmemekten, bunları paylaşıp paylaşmamaktan, ona kızıp kızmamaktan bağımsız olarak ortaya çıkıyor.

        Televizyon yoluyla ya da katıldığı paneller sayesinde, ilgilenen herkesin bir ölçüde hakkında bir fikir oluşturma imkânı bulduğu bir şahsiyetti Hrant Dink. Onu görüp, dinleyen herhangi birisinin insan olarak dürüstlüğünden, içi-dışı bir olduğundan, bu memleketi gülüyle dikeniyle, toprağı ve insanıyla eşi zor bulunur bir tutkuyla sevdiğinden şüphe duyması, bu özelliklerini görmemesi anlamaması mümkün değildi.

        Böyle bir insanın bu şekilde katledilmesine gelen tepkinin cılızlığıdır üzerinde düşünülmesi gereken. İnsanları insan olarak sevme becerisini yitirmiş bir toplumun, ya da sevgisini kökene göre ölçüp biçen bir toplumun kendisine güzel bir ortak gelecek inşa etmesinin imkânsızlığıyla birlikte.

        Tüba Çandar’ın, kitaplaştırdığı kişiye duyduğu sevginin derinliğini her sayfasında yansıtan kitabında Taner Akçam’dan şu sohbeti aktarıyor. “Geç bile kaldın. Senin yerinde olsam, hiç durmam, hemen yurtdışına çıkarım,” dedim. Durdu bir süre, sonra ‘Biliyor musun, çıkınca memleketi çok özlüyorum. Eğer çıkarsam, bir daha geri dönemem diye korkuyorum’ dedi.”

        Ölenin arkasından ağıt yakmak aslında kolay. Bundan sonra aslında ölenin ruhunun huzur bulması için yapılması gerekenlere odaklanmak gerekiyor. Yani mahkemeye, mahkemede işlerin nasıl gittiğine ve cinayet koalisyonunun hepimizle alay eder gibi işleri nasıl yokuşa sürdüğüne bakmak lazım.

        Hrant Dink davasının avukatlarından Fehriye Çetin’in dördüncü yılın bilançosunu çıkardığı uzun değerlendirmesi adalet mefhumundan yoksun bir devletin ve ülkenin röntgen filmi gibi. Yargının soruşturma aşamasından başlayarak sorumlu olduğu usul hataları, ayak sürtmeler savunmanın düzgün yapılmasını engelleyecek tasarruflar, görev ihmalleri tahmin edilebilecek düzeyde.

        İnsanın canını asıl acıtansa hukuk ve adalet dendiğinde mangalda kül bırakmayan hükümetin kendi kontrolündeki kurumların bu mahkeme süreciyle alay edercesine yaptıkları karşısındaki emsalsiz kaygısızlıklığı. Bu dava Türkiye’yi uluslararası alanda hukuksuzluğu ve adaletsizliği nedeniyle mahkûm ettiren, tüm büyük devlet olma iddialarını bu temel kavramlara olan saygısızlığı nedeniyle beş paralık eden bir dava aslında.

        Kısacası Hrant Dink davası Türkiye’nin düzgün bir devlet olup olmadığı, bu devlette vatandaşların adalete hukuka inanıp inanamayacakları ile ilgili bir dava.

        Bu davayı bitiremeyen, ortadaki suç birliğini tüm çıplaklığıyla sergileyemeyen ve suçluları cezalandıramayan bir devlet ne derse desin henüz devlet bile olamamış demektir.

        NAZLI ILICAK – SABAH

        Yollar Hrant Dink'te kesişiyor

        Bugün gazetesi Ankara temsilcisi Adem Yavuz Arslan'ın piyasaya yeni çıkan "Bi Ermeni Var" kitabında, Trabzon Jandarma Alay Komutanı Albay Ali Öz ile Ergenekon sanığı Tuğgeneral Veli Küçük'ü birlikte gösteren bir fotoğraf yayınlandı.

        Bu ne anlama geliyor?

        -Önce Ali Öz'den başlayalım...

        2004'ten itibaren Jandarma'ya muhbirlik yapan Yasin Hayal'in halasının oğlu Coşkun İğci, 2006 yılının Haziran ya da Temmuz ayında, Jandarma İstihbarat'tan (JİTEM) 2 görevliye, Hayal'in Hrant Dink'i öldürmek istediği bilgisini verdi. İğci, astsubaylar Okan Şimşek ve Veysel Şahin ile irtibattaydı. Nitekim, Hrant Dink öldürüldü. Bu cinayeti takip eden günlerde İğci, "Jandarma'ya, suikast bilgisini vermiştim" açıklamasını yaptı. Bunun üzerine, astsubaylar Okan Şimşek ve Veysel Şahin görevi ihmalden yargılandılar; mahkemede, 2 astsubay, Trabzon Jandarma Alay Komutanı Ali Öz'ü suçladılar: "Ali Öz, olayın üzerine gitmedi. Hatta Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra, 'Bu konuda bilgimiz olduğunu kimseyle paylaşmayın' diye bizi uyardı" dediler.

        -Hrant Dink cinayetiyle, Veli Küçük arasında da bir irtibat var. Dink, Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde yer alan Türklüğe hakaretten yargılanırken, protestocular içinde Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Kemal Kerinçsiz gibi, bugün Ergenekon'dan yargılanan isimler vardı. Dink mahkemede Veli Küçük'ü görünce, yakınlarına "Başıma bir şey gelmesinden korktum" demişti.

        Şimdi, bu iki ismin, Albay Ali Öz ile Veli Küçük'ün birbiriyle görüştüğüne dair bir fotoğraf yayınlanıyor. Bu fotoğraf herhalde mahkemede değerlendirilecektir.

        -Hrant Dink'in öldürüleceği haberi, sadece Jandarma'ya değil, polise de ulaşmıştı. Mehmet Kurt adıyla, yardımcı istihbarat elemanlığı yapan Erhan Tuncel, Trabzon Emniyet Müdürlüğü'ne ihbarda bulunmuş, Trabzon Emniyeti de, İstanbul İstihbarat Şube'ye, 17 Şubat 2006'da, "Yasin Hayal, Hrant Dink'e yönelik ses getirici bir eylem düzenleyecek" bilgisini vermişti. Trabzon, aynı zamanda, Ankara İstihbarat Daire Başkanlığı'na da, Yasin Hayal'in Hrant Dink'i öldüreceğini bildirmişti. Erhan Tuncel, Milliyet gazetesi muhabiri Nedim Şener'e hapishaneden gönderdiği mektubunda, "Ses getirici bir eylemden söz etmedim.

        Yasin, Agos'un kapısında Dink'in kafasına sıkacak dedim" diye yazdı.

        Demek, Erhan Tuncel çok daha açık bir istihbarat vermiş ama kimse yerinden kıpırdamamış. Tuncel, aynı zamanda Jandarma ile de irtibattaydı.

        Astsubaylar Satılmış Şahin ve Ahmet Faruk Aydoğdu ile arkadaştı.

        -Erhan Tuncel'i istihbarat elemanı olarak istihdam eden kişi Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek'ti.

        Ramazan Akyürek, 5 Şubat 2006'da Rahip Santoro'nun 16 yaşındaki katilini süratle yakaladığı için, taltifen, Ankara İstihbarat Daire Başkanlığı'na atanmıştı.

        Ama henüz Trabzon Emniyet Müdürü'yken, Hayal'in Hrant Dink'i öldüreceği bilgisi ona da ulaşmıştı. İstanbul ve Ankara'ya bu istihbaratı ileten Trabzon Emniyeti'ydi. Akyürek, Ankara'ya gidince, nedense işin peşini bıraktı. Bu ihmalinden dolayı da, 16 Ekim 2009'da görevinden alındı. Fakat Danıştay'a açtığı davayı kazandı. Danıştay, görevinden haksız yere alındığına hükmetti.

        -Hrant Dink'in 301. maddeden yargılanması ve sonra da cinayete kurban gitmesine kadar uzanan sürecin ilk başında, İstanbul Valiliği'ndeki bir görüşme var. Dink, Atatürk'ün evlâtlığı Sabiha Gökçen'in, Ermeni asıllı olduğunu Agos'ta yazınca (6 Şubat 2004), Genelkurmay Başkanlığı'ndan şiddetli bir açıklama yapılmış (22 Şubat 2004) ve Dink, İstanbul Valiliği'nde bir MİT elemanı ile görüşmüştü. (23 Şubat 2004) Sonradan, o MİT elemanının, bu görüşmeyi MİT Başkanı Şenkal Atasagun'un talimatıyla gerçekleştirdiği ve isminin de Özel Yılmaz olduğu ortaya çıktı. MİT elemanı, Dink'e, "Bazı yazılarınız toplumun tepkisini çekebilir; ortalık allak bullak olur. Daha dikkatli haber yapmanız gerekebilir" diye uyarıda bulunmuştu. Özel Yılmaz'ın, Bedreddin Dalan'ın gözaltına alınacağı bilgisini veren kişi olduğu belirtiliyor. Şu anda Yılmaz, İrtica ile Mücadele Eylem Planı'nda 3 numaralı sanık.

        **

        Hrant Dink'in cinayete kurban gideceğinden devletin birçok birimi haberdar.

        Ve göz göre göre Dink öldürülüyor...

        Bence, bu cinayetin düğümü çözülürse, Ergenekon meselesinde de, bir hayli yol alınmış olur.

        HASAN CEMAL – MİLLİYET

        Bazı hayatlar vardır ki insanı özgürleştirir!

        Sevgili Hrant Dink‘i dört yıl önce bugün yitirdik. Elli üç yıllık yaşamöyküsünü Tuba Çandar’ın kuyumcu titizliğiyle yazdığı Hrant'ında (Everest Yayınları) okurken yine aynı duyguya kapıldım.

        Bazı hayatlar, bazı kitaplar insanı özgürleştiriyor.

        Hrant da öyle.

        Hrant’ın kendi hayatıyla hayalleri arasındaki boşluğu nasıl doldurduğunu kitabın sayfaları arasında hissettikçe, ben de bir bakıma özgürleşmeye başladım.

        Dün ve bugün gözümün önünde daha berraklaşmaya yüz tuttuğu için öyle oldu.

        Hrant’a, Hrant’lara bu topraklarda dün ve bugün hayatı zindan edenleri daha net görebildiğim için özgürleştim.

        Bu özgürleşme süreci, insanın kendi aklına ve yüreğine vurulmuş kilitlerle ilgili.

        O kilitler senin tarihi okumanı engelliyor.

        O kilitler senin yaşanmış büyük acıları hissetmeni engelliyor.

        O kilitler senin gerçek kardeşlikleri duyumsamanı engelliyor.

        O kilitler senin yalnız dünün dünyasının değil, günümüzün şifrelerini çözmeni de engelliyor.

        Aklına ve yüreğine vurulmuş bu kilitler, tıpkı ayak bileklerine vurulmuş prangalar gibi...

        Sevgili Tuba’nın Hrant‘ını okurken, bir kez daha o prangalardan kurtuldum. Bir kez daha geçmişte göremediklerimi görmeye, hissedemediklerimi hissetmeye başladım.

        Kafam biraz daha berraklaştı.

        Hrant’a, Hrant’lara hayatı zindan edenler, katiller tarihsel boyutlarıyla çırılçıplak sahneye çıktılar gözümün önünde...

        Bu ülkede Ermeni olmak nedir, azınlık olmak nedir konusunda Hrant’ın yanıtlarını anladıkça, acıları anlamak ve paylaşmak nedir, acıları mukayese etmekten kaçınmak nedir daha iyi anladım.

        Benim için Hrant, benim için Tuba’nın Hrant’ı yine bütün bunlardan dolayı kıymetli...

        Sevgili Tuba, Hrant’ı kitabının bir yerinde şöyle anlatır:

        “Hrant tek tek bireylere dokunurken, kimliklere de dokundu. Türkiye Ermeni’sinden Diaspora’dakine atladı, Ermeni’nin derdini Türk’e anlattı, Türk’üyle Kürt’ünkini birbirine aktardı, dahası bir gayrimüslim olarak İslamcı’nın sesini laik-solcunun duyması için çalıştı. Kısacası, hem bu topraklardaki insanlara kulak verdi, hem de dokunduklarına, ‘duy ötekini’ dedi.”(s. 333)

        Özetlenebilirse:

        Hrant vuruldu ama ölmedi!

        Dört yıl önce bugün ödediği bedelle, katillerini çok büyük bir hayal kırıklığına uğratarak, bu topraklarda barış ve kardeşliğe açılan yolları olağanüstü genişletti.

        Acı ama gerçek.

        Huzur içinde yat sevgili kardeşim

        SEDAT ERGİN - HÜRRİYET

        Dink cinayetinde 4 yılın kahredici dökümü

        Avukat Fethiye Çetin’in hazırladığı “Hrant Dink Cinayeti Dördüncü Yıl Raporu”, hem Hrant Dink cinayetine giden süreci bir kez daha hatırlamak, hem de cinayet sonrasındaki dönemde idare ve yargı alanlarında ortalığı kaplayan soru işaretlerini topluca görmek bakımından sarsıcı bir etki yapıyor.

        Dink ailesinin avukatı Çetin’in hazırladığı raporun en önemli tarafı, bir yıl içinde taranan gelişmeler içinde bu kez bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararının da yer almasıdır. Cinayetle ilgili dava ağır aksak yol alır, ayrıca cinayette kusuru olan kamu görevlileriyle ilgili inceleme ve soruşturmalarda hiçbir ilerleme sağlanamazken, Strasbourg’daki mahkemenin daha fazla beklemeden Türkiye’yi mahkûm etmiş olması, ilgili Türk makamları açısından gurur duyulacak bir tablo değildir.

        Sorun siyasi irade yokluğu

        Fethiye Çetin’in raporunda cinayetin aydınlatılmasına dönük kovuşturmalarda “belirgin ve sistematik bir olgu” olarak dikkat çektiği bir durum var. Bu olgu, “Güvenlik ve istihbarat birimlerinin maddi gerçeği ortaya çıkaracak nitelikteki bilgi ve belgeleri saklamaları, değiştirmeleri, yok etmeleri, yalan beyanda bulunarak soruşturma makamlarını yanıltmaya çalışmaları ve deliller üzerinde oynamalarıdır.”

        Bu eylemlerin her biri tek başına suç olmasına karşılık ya soruşturma açılmamış ya da başlatılan soruşturma süreçleri sonuçsuz bırakılmıştır. Çetin, soruşturma ve yargılama süreçlerinin temel sorunu olarak “dokunulmazlık ve cezasızlık” kalıbına işaret ediyor. Cinayet ve sonrasındaki süreçlerde sorumluluğu olan kamu görevlilerine dokunulamamakta, bu görevliler herhangi bir ceza görmemektedirler.

        Bir başka önemli sorunu “siyasi irade yoksunluğu” olarak tarif ediyor Çetin. Burada adres, cinayetin öncesi ve sonrasında işbaşında olan ve idare düzeyinde cinayetle ilgili bütün süreçlerin siyasi sorumluluğunu da taşıyan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetidir.

        Çetin, “siyasi irade yoksunluğunun devlet görevlilerinin direncini ve cesaretini artırdığını, siyasi irade olmadıkça resmi kurumların direncini kırmanın mümkün olmadığının anlaşıldığını” belirtiyor.

        Hükümete bu eleştiriyi getirmekle birlikte, altında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın imzası bulunan Başbakanlık Teftiş Kurulu raporunun akıbetine hiçbir şekilde değinilmemiş olması Çetin’in raporunda bir eksiklik olarak beliriyor. Bu raporda talep edilen hususlar, Başbakanlık ile İçişleri Bakanlığı arasındaki yazışmaların kilitlenmesi nedeniyle bir sis perdesinin ardında kalmıştır.

        AİHM ve Türk yargıçları arasındaki fark

        Çetin’in en düşündürücü saptamalarından biri, “inceledikleri dosyalar ve içerikleri aynı olmasına rağmen, AİHM yargıçlarının aynı veriler ve bulgulara bakıp Türkiye’deki meslektaşlarından tümüyle farklı sonuçlara ulaşmış olmalarıdır.”

        Bu durumun “insan hak ve özgürlüklerini korumak yerine devleti koruma ve kollamayı misyon edinen bir yargı kültüründen” kaynaklandığını belirtiyor Fethiye Çetin. Sonuçta AİHM, geçen eylül ayında Türkiye’yi Dink cinayetinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) 4 başlıkta ihlal ettiği gerekçesiyle mahkûm etmiş, 133 bin Euro da para cezasına hükmetmiştir.

        Bu başlıklardan birincisi, Dink’in yazdığı bir yazıda Türklüğe hakaret ettiği gerekçesiyle verilen mahkûmiyetin AİHS’nin ifade özgürlüğü maddesinin ihlali olarak görülmesidir.

        AİHM bu ihlali, doğrudan Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi ve Ceza Daireleri Genel Kurulu’nun Dink’le ilgili nihai mahkûmiyet kararlarına karşı vermiştir.

        AİHM’nin diğer ihlal kararları, Sözleşme’nin yaşam hakkına ilişkin 2’nci maddesi çerçevesindedir. Devletin istihbarat ve güvenlik birimlerinin suikast planlarını bildikleri halde Dink’i korumak için önlem almamış olmaları bir ihlal gerekçesidir.

        Ayrıca, Dink’in ölümünde kusurlu olan kamu görevlileri hakkında “etkili soruşturma yapılmaması” bir diğer ihlalin gerekçesini oluşturuyor.

        Bundan tam 4 yıl önce bugün Hrant Dink İstanbul’da öldürülmüştü. Bu cinayet sonrasında başlatılan idari ve yargı süreçlerinde, geçen 4 yıl içinde AİHM mahkûmiyeti dışında hiçbir ciddi ilerleme sağlanmamıştır.

        Bu da Türkiye için yeteri kadar yüz kızartıcı bir durumdur.

        SIRRI SÜREYYA ÖNDER – RADİKAL

        Kerem öldürmeyen âşıklar

        Bu halk, Hrant o kaldırıma düştüğünde, hiçbir evladına ağlamadığı kadar ağlamışsa iki sebebi vardır.

        Mekân Kilis dolayları. ‘Mecburi iskân’ denildiğinde Türkmenlerin Osmanlı’ya en çok beddua ettiği topraklar…

        Siz bakmayın macunlaştırılmış barak havası türkülere. Bir türkü ‘iskân’a ağlamıyorsa barak değildir. İçinde eğer ‘aşk’ da varsa gelir ‘Keremkâr’ olur.

        Kilis ilginç bir yerdir. Yavuz, doğu seferine giderken ordugâhını Kilis’e kurmak istediğinde camilerin birbirine çok yakın yapıldığını görünce vazgeçmiş. Durumu da “Bir yerde bu kadar yan yana cami yapılmışsa imana alamet değil, fitneye delalettir!” diyerek açıklamış. Bilinir, Barakeli’nin Türkmenleri de ancak fitne ile iskân ettirilebilmiştir.

        İşte Osmanlı’nın son, yeni cumhuriyetin ilk zamanlarında, Kilisli bir barak ozanı “İsfahan’dır Aslı bizim ilimiz/Ördek uçtu, ıssız kaldı gölümüz” diyerek Kerem ile Aslı’nın destanını okumaya başlamış.

        Kerem, İsfahan Şahı’nın oğlu Ahmet Mirza’nın, Ermeni keşişin kızı Aslı’ya âşık olduktan sonra kazandığı lakaptır. Nihat Genç, bu destandaki Ermeni kız-Türk oğlan denkleminin, okunduğu topraklara göre nasıl değiştiğini ne güzel anlatır. Destanın sonuna gelinip de âşıklar kavuşmadan yanıp kül olunca eski bir sipahi kılıcını çekerek ozanın üstüne yürümüş. Rivayet edilir ki ozan can korkusuyla Hz. Hızır’ı destana sokup âşıkları küllerinden yeniden diriltmiş ve mutlu sona bağlamıştır.

        Hikâyenin sonuna müdahale etmek sadece sipahinin fikri değildir. Refik Halid Karay anlatır. Abdülhamid devrinde, âşıklar Kerem destanını anlattığında sonu vuslatla bitmeyince intihar vakaları yaşanır. Bunun üzerine bir ferman yayımlanır. Artık hikâyenin sonu kavuşmayla bitecektir. Kerem ile Aslı’yı yakıp kül eden halk âşıklarının da kellesi gidecektir. Bu yüzden halk âşıkları ikiye ayrılır. Hikâyeyi kavuşmayla bitirenlere de ‘Kerem öldürmeyen âşıklar’ denir.

        Hikâyenin ağlanacak yeri

        Eskiden ‘köy odaları’ vardı. Televizyonun her haneye girmediği zamanlarda orada oturulur, hikâyeler anlatılırdı. Bu topraklarda hangi ferman yayımlanırsa yayımlansın sonu mutlu bitmeyecek olan bir başka hikâye daha vardır; o da Kerbela’dır…

        Eğer ‘sosyal psikiyatri’de ‘devreden toplumsal travma’ denilen olguyu bilmiyorsanız bu hikâye anlatma ritüeline gülersiniz.

        Halk, yüzlerce kez dinlediği ve acı sonunu bildiği halde hikâyeyi merakla dinlemeye başlar. Binlerce silahlı, külahlı, karnı tok, sırtı pek cellada karşı, çoğu bebek 72 canın aç–susuz direniş destanıdır.

        Kerbela masumları sayıca çok azdırlar, halk ağlamaz.

        Açlıktan kırılırlar, halk ağlamaz.

        Susuz kalan çocuklar feryat etmektedirler, halk ağlamaz.

        Abbas Fırat kıyısına su getirmeye gönderilir, gittiğinde gelmeyeceği bilinir, halk ağlamaz.

        Hüseyin tek başına at üstünde binlerce kişiyle ve tarihin en büyük fitnesiyle çaresiz cenk etmektedir, öleceği kesindir, halk ağlamaz.

        Sonunu bildiği halde Allah’tan, evliyadan, enbiyadan medet umar da Hüseyin’in, binlerce atlıyı yenmesini ister, halk ağlamaz.

        Ne zaman ki “Hüseyin attan düşer, sahrayı Kerbela’ya”, halk o zaman ağlamaya başlar.

        Hem ağlar hem de gelmeyen Cebrail’e intizar ederek sultan-ı enbiyaya haber vermesini ister.

        Ağlanan şey hikâyede umudun kalmaması değildir aslında. Atlı zalimler karşısında yaya kalmaktır. Kerem’in yanıp kül olması değildir yürekleri yakan. Muktedirlerin bezirgân saltanatı sürdükçe hiçbir âşığın kavuşamayacağıdır.

        Hrant bizim Keremimizdir

        Kerem, aşkı uğruna beylik saltanatını itelemiş, hırsızlıkla suçlanacak kadar da yoksul düşmüştür.

        Bu halk, Hrant o kaldırıma düştüğünde, hiçbir evladına ağlamadığı kadar ağlamışsa iki sebebi vardır.

        Birincisi, kanlı zalimler hep atlı, devletliyken, o attan düşmüş, yoksul ve yaya kalmıştır. İspatı da altı delik ayakkabısıdır.

        İkincisi, bizim İsfahan zalimleri gibi davranmamız sonucunda kavuşamayacağını, kavuşturulmayacağını bile bile, bir Kerem yüreği ile ‘su çatlağını bulana kadar’ sevmeye devam etmiştir.

        Keşke bir sipahi gelse “Bu hikâyenin sonu böyle bitemez!” dese.

        Barak elinin Kerem öldürmeyen âşığı, sazını yeniden eline alsa ve senin dilinden bir Seyfullah ‘Keremkâr’ı söylemeye başlasa…

        “Biz âşığız, biz ölmeyiz!

        Çürüyüp toprak olmayız

        Karanlıklarda kalmayız

        Bize leyl-ü nehâr olmaz!”

        Diyerek coşkuyla söylese, biz de utancımıza ağlasak…

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ