Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Nihayetinde herkes 21 gram

        Elif KEY / HT PAZAR

        Uğur Polat ağırlığı diye bir şey var hayatta. Sadece "Bana su koysana" dese mesela, o su sadece su olmayabilir. Sesi ve duruşu münasebetiyle su dediğin bir duble rakıya dönüşebilir. Uğur Polat'la İstanbul Cihangir'de Susam'da buluşuyoruz. Sfenks gibi oturmuş caddeye bakıyor. Sakalları beyazlamaya başlamış. Yüzü yanık. Vakit bulup da kayağa gittiğini sanmıyorum. Yoksa "Ünlüler Uludağ'da" galerilerinden takip ederdik. Çekimleri iki ay süren "Sarıkamış - Eve Dönüş" filmini çekerken hava sıcaklığının -27'lere vardığını gördüğü günlerden sonra, şimdi İstanbul'da. Filmi, filmde oynadığı Hariciye Nazırlığı üyesi Saci Bey'i, filmde birbirinden farklı 8 kişinin her birinin ayrı ayrı içine düştüğü aczi, Uğur Polat'ın sinemada neden hep bir yerinde bir burukluk taşıyan karakterleri oynadığını, kırgınlıklarını konuştuk. Böyle şeyler söylenmez ama, vedalaşırken Paul Auster'la J.M. Coetzee'nin Mektupları'nı çantamdan çıkarıp Polat'a hediye ettim; mektuplaşmalar yara sarar diye. Bildiğim bir şey yok, içimden geldi.

        İlk filmini çeken yönetmenlerle çalışıyorsunuz. Alphan Eşeli de bir reklam yönetmeniyken şimdi ilk filmini çekti.

        30 filmim varsa bunun 20'si öyle. Alphan geldiğinde filmin bütün storyboard'unu çizmişti, bize gösterdi. Reklamdan gelmesi bir titizlenme getiriyor. Elbette herkes titizleniyor da reklam kurgusu, açıları, reklam estetiği diye bir şey var. Bu filmi avantajlı kılabiliyor.

        Filmi izlediğinizde hayalinizdeki filmle karşılaştınız mı?

        Son halini izlemedim. Düşündüğüm gibi bir şey gördüm. Zaten çok sinematografik mekânlar. Kar sinemada çok güzel bir şey.

        'BU DA BANA DERS OLDU'

        Türk sinemasında pek kış filmi yapılmaz. Maliyetli, oyuncular da o vakit dizilerde... Soğukta çalışmak sizi zorladı mı?

        Çekim yaparken çok çok soğuktu. Ayaklar üşüyünce ister istemez ve önlenemez bir üşüme başlıyor. Günlerce karın içinde yürümekten kaynaklanan bir ıslaklık ve soğukluk var. Bir de kar devamlılığını sağlamak için sürekli üzerimize kar atılıyor, onlar bir süre sonra ıslanıyor ve giderek içe geçiyor. Özellikle kızak, at sahneleri zahmetliydi. Ata da çok üzüldüm. Öyle bir duyguyla da başediyorsunuz ki. Bu iş kurguda belli oluyor. 40 saate yakın çekim vardı, 2 saate indi.

        Dizi çekimleri sırasında zor olmadı mı?

        Olmaz mı? Ama bu da bana ders oldu. Sinema yapıyorsan sinema, dizi yapıyorsan dizi. Bu ülke koşullarında ikisi birarada olmuyor.

        Biri egonuzu tatmin ediyordur muhakkak. Hangisi?

        Sinema tabii ki. Başını ve sonunu biliyorsunuz. Dolayısıyla çıkacağınız yolculuğu biliyorsunuz, her şey elinizin altında. Televizyon öyle değil, her hafta yeni bir senaryo geliyor, her hafta karakteriniz ya da durumu değişebiliyor.

        Bu kadar çok yolculuk yaparken, aslında filmin adı gibi hep bir "eve dönüş" yaşıyorsunuz. Sizin eviniz, sizin kıbleniz neresi?

        Benim kıblem kış bitip yaza doğru, Kaş'ı gösteriyor. Kışın karınca gibi çalışıp yazın da ağustos böceği gibi durmayı seviyorum. Giderek hayat tükeniyor, hele 50'yi aştıktan sonra hayat bitiyor. Dönüp baktığında "Ne kadar uzun yaşamışım" diyebiliyorsun da, bundan sonrası bu kadar uzun olmayabilir. Kendime vakit harcamayı istiyorum bundan sonra. Daha az çalışıp daha çok tembellik yapmak istiyorum. Yaşasın tembellik!

        'SAVAŞI GÖSTERMEDEN SAVAŞI ANLATIYOR'

        Sıkıntılı bir döneme ait bir filmde rol aldınız. Bu film birilerini rahatsız eder mi?

        Filmin derdi ve sorunu o değil. Tamamen insan hikâyesi, 8 kişi üzerinden bir savaş dönemini, savaşı göstermeden savaşı anlatıyor. Düşmanı dahi görmüyoruz. Düşmanlar ortada halbuki! Bir karartma var gibi. Bu, insanların hayatta kalma savaşı. Hatta giderek kendi aralarındaki savaşa şahit oluyoruz. Hayatta kalma, yokluk, yoksulluk Sarıkamış'ın arka fonu. Bu coğrafya herhalde böyle bir trajediyi bir daha yaşamadı. Gerçi çok daha trajik şeyler yaşadı mutlaka ama hayatta kalma ve açlığın dominant olduğu bir durum olmadı.

        20 senede bir, yaşadığımız şehirlerin nostaljisi değişiyor. Memleketin yaşadığı trajediler de böyle. Gidip gidip geri geliyorlar...

        Bu beni hiç şaşırtmıyor. Bu beni yormanın ötesinde yıldırıyor, kırıyor, üzüyor. Kalp kırgınlığı, heyecan kırgınlığı, ideallerin kırılması, hepsi birarada. Çaresiz hissetme duygusuyla başbaşayız. Nereye el atsak elimizde kalıyor. Her şeye bir otosansür, engelleme, ket vurma. Giderek oyun alanlarımız daralıyor ve bunu 68 kuşağından gelen bir insan olarak bizzatihi yaşıyorum.

        Bu kuşak daha mı ağır yaşıyor bunu?

        Şaşırarak, üzülerek, kırılarak acı acı yaşıyorum tabii ki. En kötüsü de alışmak oldu. Ben Ankaralı'yım. Ankara'daki üniversiteler Türk sol tarihinde çok önemli bir yer edinmişti. Tabii ki 12 Eylül sürecine giden o dönem etkiledi beni. Beraber yola çıktığımız birçok arkadaşımı 12 Eylül mahkemelerinde kaybettim. İdam edildiler, müebbet hapis cezası aldılar, yurtdışına kaçmak zorunda kaldılar. Çok sıkıntılı dönemlerdi. O süreçte biz de etkilendik, tarafsız kalmadık. Tabii ki çok tatsız bir süreçti ama beni de ben yapan süreç bu oldu. 12 Eylül sonrası bu tabii ki bitmedi. Zaten dünden bugüne silinecek, geçecek, yok olacak bir şey değil bu. İşte bu yüzden hayata karşı bir duruşunuz, bakışınız oluyor. Okuduğunuz gazete, gittiğiniz eğlence mekânları farklı oluyor. Bu da seçimlerimde etkili oldu. O dönemde eğildim ben.

        İnsanları galiba en çok kayıpları şekillendiriyor.

        Kaybedişler, kazanımlar olabiliyor. Büyük hüzünler ya da aşklar. Her seçim bir kaybediştir bence. Çoğu zaman da kazanım oldu. Mesela oyuncu olmasaydım gazeteci olacaktım. İstanbul Üniversitesi'nde gazetecilikte okumaya başladım. Üçüncü senenin sonunda bıraktım. Ama bütün bunların yanısıra Ankara'dan İstanbul'a gelmek bir kazanım mı kestiremiyorum? Orada hem çocukluğumu, hem ilk gençliğimi, hem de Ankara Sanat Tiyatrosu'nu bıraktım. O çok büyülü bir şeydi ve bana çok şey kattı.

        Gazeteci olsaydınız nasıl bir gazeteci olurdunuz?

        İşsiz. Kesinlikle! Ya da içerdeydim. Benim dilim sivri zaten. Başıma ne geldiyse sivri dilim yüzünden oldu.

        'Filmde herkes kaybediyor'

        Siz hep yaralı, içinde bir yerlerde bir acı saklayan karakterleri oynuyorsunuz sanki. Nasıl sizi buluyor hep?

        Süreç içinde değişen, kazıdıkça altından bir şeyler çıkan, daha kapsamlı, seyirciyi sağa sola yatıran karakterleri tercih ediyorum. Filmdeki Saci Bey'in de egoları, hayatta kalma dürtüsü çıkıyor ortaya. Osmanlı bürokratı ve statükocu bir adamken filmde kararlar almak zorunda kalan bir adama dönüşüyor. Çeteler var, düşmanlar hem içerde hem dışarda. Gitgelleri olan bir adam. Hareket etmek zorunda kalıyor ve sonunda kaybeden taraf da o oluyor.

        'Sürekli ama sürekli kustuk'

        Film de gayet acıklı bir sonla bitiyor. Karakterlerden en çok hangisine acıdınız?

        Hepsine üzüldüm. Hayatta da kaybeden herkese, her şeye üzülürüm. Ve filmde herkes kaybediyor. Serdar Orçin'in canlandırdığı karakter galiba beni en çok yaralayan oldu. Onun hikâyesinin başı ve sonu başlı başına bir film konusu aslında. Bir de filmde süresiz bir açlık durumu var ya, et yediğimiz sahnede sürekli ama sürekli kustuk. Filmde vermeye çalıştığımız o yokluk, açlık hissi psikolojimizi çok fazla etkiledi.

        Hiç herhangi bir filmden, diziden sonra "Cepten yiyorsun Uğur" dediğiniz oluyor mu?

        Çok oldu. Hemen tiyatro sahnesine dönüyorum. Çünkü orada besleniyorum, hem temizlenme hem sınırlarını genişletme alanı. Her gece oynamak değil de o prova süreci kendinizi en zorladığınız, donanım kazandığınız, yırttığınız alanlar. Dönüp dönüp tiyatro sahnesinde buluyorum kendimi. Dustin Hoffman, Al Pacino bile tiyatroya dönüyor. Çünkü tiyatro oyuncuyu besliyor.

        Acımaya dair konuşursak. Hayatta en çok neye acıyorsunuz?

        Hayatta çaresizliği küçümseyenlere acıyorum. Çünkü hayatta çaresizlikler, hayal kırıklıkları yaşamak gerekiyor. Bir insan için en büyük katkılar bunlar. Hayatta bazı şeyler karşısında çaresiz kalmak lazım. Benim hem hayatımda hem mesleğimde çok çaresiz kaldığım zamanlar oldu. O zamanlar hemen üstüne çıkıyorum. Kalmıyorum orada. Bir iki gün onu sonuna kadar yaşıyorum, sonra hayat devam ediyor.

        İçinizde bir yerlerde kırgınlık mı öfke mi birikiyor?

        Öfkelerimi içimde biriktiriyorum. Ama sonra bir gün patlıyor. Her şeye öfke duyuyorum. Çekilen filmlere, seyircinin o tembelliğine, kolaya kaçmasına, hâlâ televizyon mantığıyla birtakım şeylere bakmasına, emek harcamamasına kızıyorum. Seyirci biraz emek harcarsa biz de doğru yolu bulacağız.

        Seyirci eğlenmek ister. Sıkılmak istemiyor olabilir.

        Yüzde yüz yorulmak istemiyor. Ama bir film ya da tiyatro izlediğinde biraz içi sıkılmalı, biraz cenderede gibi hissetmeli, birtakım sorular canlarını sıkmalı. Hayata karşı nasıl duracağım, nerede büküleceğim diye sormamak olmaz. Herkeste "Hayat çok sıkıcı" diye bir bahane var sığındıkları, ama hayat dediğin böyle bir şey değil, o zaman işte bugünkü gibi vururlar ağzına alırlar lokmanı.

        Sizin bir duruşunuz var. Hiçbir şey yapmasanız da bir Uğur Polat ağırlığı var. Kaç kilo gelir tartsak ya da kaç gram?

        Sonunda hikâyenin bağlandığı nokta 21 gram. Hayatta önemli olan iç kilolarınızı artırabilmek, yüreğinizin geniş olması, yürekli olabilmek lazım. Öyle işte ya!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ