Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü'nü alan “Ölü Ozanlar Derneği” öğrenciler ve öğretmenler arasında bir köprü kurarak onlara eğriyi ve doğruyu göstererek kendilerine göre bir sonuç çıkarmalarını ön görüyor. Welton Akademisinin felsefesi ile örtüşmeyen ders anlatımını kinayeli bir şekilde eleştiren film, disiplinli eğitim sistemine hoşça kal diyerek, limitleri kaldırmamız gerektiğini ortaya koyuyor. ‘Her şey kitaba göre olmaz’ inancını hikâyeye nakış gibi işleyen yönetmen Peter Weir didaktik olmayı bir kenara bırakmamızın doğru olduğuna kanaat getiriyor ki, bu çok doğru. Eğitimde tek bir kavram ağır basmamalıdır, yoksa eğitim yanlış olur. 1959 yılını anlatan film, o yıllarda bile eğitimde sorunlar olduğunu perdeye yaftalamaktan çekinmemiştir.

        Ülkemizdeki eğitim sistemsizliği bizi uçuruma doğru sürüklemiş ve bu nedenle bilgi irfana dönüşememiştir. Kaba bir tabirle; sistemsizliğin yerini alan eğitim yapısı etkin öğretim sisteminden oldukça uzaklardadır. Buradan hareketle; 1989 yılının en önemli filmlerinden biri olan “Ölü Ozanlar Derneği” (Dead Poets Society) kalıplaşmış eğitim sistemini eleştirerek o sistemi olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğine vurgu yapıyor.

        ‘Carpe Diem’ kelimesi ile hayatı bağdaştıran film, at gözlüklerine veda edip hayata farklı perspektiflerden bakmamızın daha yararlı olduğunu öne sürüyor. Şu bir gerçek ki, kalıplaşma varsa, esneklik yoktur. Kalıplara inanan bir eğitmenin esnemesi mümkün değildir. Öğretmenlik yapmak sadece teorik bilgileri aktarmak demek değildir, öğretmenlik demek vizyon kazandırıp farkındalık yaratmaktır. Her öğrencinin en az bir yeteneği vardır, önemli olan o yeteneğin açığa çıkarılmasına vesile olmak! Bunu filmde birçok kere görüyoruz. Bir uçta buz gibi bir okul müdürü, diğer uçta da öğrencilerin yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olan bir öğretmen…

        Bunu iki karşıt uç olarak tanımlayabiliriz. Negatif ve pozitif güçler savaşıyor sanki… Zaten hayat da böyle değil mi? Filmde iki önemli sahne var. İlkine gelecek olursak; öğretmen (Robin Williams) öğrencilerin karşısında masaya çıkıyor, öğrenciler şaşırıp hocam neden masaya çıktınız diyor, öğretmen de çıktım; çünkü sizleri farklı şekillerde görüyorum, siz de çıkın hadi ne duruyorsunuz diye onları masaya çıkmaları için teşvik ediyor. Aradaki farkı ancak bu şekilde görebildiklerini düşünüyor. Burada anlatılmak istenen şu: sığ görüşün üzerini çizip, değişimi kucaklayın!

        Geldik ikinci sahneye… İkinci sahnede gerçekçi bir şairin şiirini okumadan önce o öğretmen o sayfayı yırtın diyor, öğrenciler de neden diye sesleniyorlar. Öğretmen sadece o sayfayı değil hepsini yırtın diye yanıt veriyor. Sebep şu: şiir duyguyla yazılan bir ifade biçimidir, gerçeklere dayanmaz. Yırtma eylemi bu yüzden önem arz ediyor. Bu olayla ilintili olan bir sahne ise şu şekilde gelişiyor: Öğretmenin yerine derse giren okul müdürü öğrencilerden kitaplarında yer alan şiiri açmalarını ister. Öğrenciler o sayfa biz de yok diye karşılık verirler. Müdür neden diye sorar, öğrenciler de öğretmenimiz o sayfayı yırtmamızı istedi der. Demek gerçekçi şairleri hiç işlemediniz diye iğneleyici bir laf söyler.

        REALİZM VE LİRİZM

        İşte iki öğretmenin arasında bu kadar büyük bir boşluk vardır. Biri realist ve katıdır, diğeri de duyguları ile hareket eder. Lafın özü; şiiri hissetmeden algılamak mümkün değildir, şiirde ruh yoksa onu çöpe tenekesine göndermek daha doğru olacaktır. Müdür sisteme kendini kaptırdığından hayatı ve iletişimi çözememiştir. Oğlunun fikirlerine kulak vermeyen biri nasıl iyi bir iletişimci olabilir ki?

        Edebiyat kurallara göre işlemez, edebiyatta teorik bilgi yoktur. Edebiyat duygu sanatıdır. İşte tam burada durmak lazım, zira öğretmen onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, iç dünyalarına doğru yol almalarını öğretmek istemiş, fakat olaylar umduğu gibi gelişmemiştir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi öğretmen özgürlükçü olmayan sistemin içinde yer alırken öğrencilerin bireysel özelliklerinin açığa çıkarılmasında nasıl başarılı olabilir ki? Eğitim misyonunda kalıplaşmaktan kurtulup uzlaşmamak vardır. Bunu iyi kavrayan öğretmen aynı olmayan değişkenleri bir araya getirerek öğrencilere özgüven aşılamıştır. Güzel bir örnekle pekiştirelim bunu! Öğretmen öğrencilerden kendi yazdıkları şiirlerini okumalarını ister, içlerinden biri bunu yapamam der, öğretmen sorar neden yapamazsın diye? Öğrenci beğenmedim yazdığım şiiri der. Öğretmen onu motive ederek öğrencinin okumasını sağlar. Anlaşılan o ki, motivasyon ve özgüven birleşti mi, ortaya başarılı bir sonuç çıkıyor.

        “KAYBETMEK BAZEN EN BÜYÜK ZAFERİ KAZANMAKTIR”

        Filmin etkili oluşunun sebebi çok disiplinli bir erkek okulunda baskı altında olan öğrencilerin edebiyat ile tanışmalarıdır. Peki, disiplini edebiyat kırabilir mi? Biraz zor çünkü disiplinli bir eğitim sistemi içerisindeyseniz duygusal zekâ işlemez, yalnızca analitik zekâ işler. O zaman diyebilir miyiz, disiplin varken duygusal zekâ kazanamaz diye? Her zaman için değil, ama çoğu zaman duygusal zekânın analitik zekâya karşı zafer kazanması zordur. Zor olanı da başarmak bizim en büyük görevimizdir. Hikâyede öyle büyük bir iç savaş/çatışma var ki, hangi taraf üstün gelecek diye düşünüyoruz. Yani hikâye bize bu heyecanı veriyor. Şunu da ara not olarak yazmakta fayda var: “Kaybetmek bazen en büyük zaferi kazanmaktır” . Kaybettiğinizde aslında kazanmış oluyorsunuz. Eğer işi doğru yaptığınıza inanıyorsanız, karşınızdaki de size inanır. İşte tüm olay budur!

        Buraya kadar her şey çok net ama filmde kafamızı kurcalayan bir olay var. Onu burada yazmak doğru olmaz, çünkü sürpriz bozan vermek istemiyoruz. Film, bize pozitifi aşılıyor, ancak filmdeki bir karakterin yaptığı negatif eylem ve o eylemin seyirciye yansıtılması pek hoş olmamış. Hangi sahneden bahsettiğimi anlayanlar demek istediğimi iyi kavrayacaklar. Öğrencinin yaptığı negatif eylemden ötürü öğretmenin sorumlu tutulması çok yanlış… Bir insan yalnızca kendi yaptığı hatadan dolayı bedel ödemelidir, onun yerine bedeli öğretmen ödüyorsa burada büyük bir sorun var demektir. Unutmayın ‘her koyun kendi bacağından asılır.’ Bazılarımız yaptığımız hataların bedelini ödemeyip başkalarına ödetiyorlar. Aynı filmdeki gibi… Disiplinli bir sistemden başka ne beklenirdi ki? Bir insan nasıl ki kolayca değişemiyorsa, kangren olmuş sistem nasıl kolayca değişsin ki? Her şeyin bilincinde olup, ona göre hareket etmek gerek. Adımlarımızı yere sağlam bastığımızda üstesinden daha rahat gelebiliriz. Sistem içinde eğer göze batıyorsanız ve diğerleri gibi değilseniz doğru yoldasınızdır. Ama şunu aklınızdan çıkarmayın; insanlar sizi hilkat garibesi gibi görebilir, çünkü o kadar yanlış yoldadırlar ki, sizin doğru yolda olduğunuzun farkına dahi varamazlar. Ne demişler ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.’ Siz de kovulabilirsiniz lakin kendiniz gibi insanları bulup onlara öncülük ederseniz belki değişime bir adım daha yaklaşmış olursunuz.

        Sonuç olarak; “Ölü Ozanlar Derneği” eğitimin saat gibi işlemesi için iyi bir iletişimci olmamız gerektiğine değinip, geleceğimizin parlak olması adına bazı yerlere gönderme yapıyor. Filmdeki derslerden kendinize bir ders çıkarırsanız film amacına ulaşmış olur.

        Diğer Yazılar