Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son aylarda yaşanan ve bu ülkede “doğayı ve çevreyi seviyorum” diyebilen her vatandaşın vicdanını sızlatan, “tepeden inme dayatmaya” karşı isyan ettiren ağaç katliamlarından sonra, en çok adı geçen üç harfli kapalı kutu ÇED olmuştur. Açılımı “Çevresel Etki Değerlendirme” olan bu süreç, vaktiyle içinde “yatırım yapılacak çevrede yaşayan insanların görüşleri de olmak üzere” bir çok aşamayı kapsayan süreç, artık ilgili bir kaç bakanlıkla, gelen talimatları uygulamayla görevli valilerin iki dudağı arasına sıkışıp yok olmuştur.

        Amacı; ekonomik ve sosyal gelişmeye engel olmaksanız, çevre değerleni ekonomik politikalar karşısında korumak, planlanan bir faaliyetin yol açabileceği bütün olumsuz ve çevresel etkilerin önceden tespit edilip, gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamak olarak özetlenebilen uygulama ile, medeni ülkelerin tanışması 1969 yıllarına kadar uzanırken, ülkemiz bu kavramı kanunla düzenleme gereğini ancak 1993 yılında yapabilmiştir. Ancak son yıllarda yapılan sürekli kanun değişiklikleriyle “kuşa döndürülen” ÇED süreci, artık engelsiz hale gelmiş, bir kaç otoritenin inisiyatifine terkedilmiştir.

        AB reklamlarıyla ağzı sulananlar...

        Avrupa Birliği beklentisi içinde olan ve kamu spotlarıyla adeta “ağzı sulanan” vatandaşlara hatırlatayım; biz bu çevre kanunlarıyla, her türlü çevre katliamını bir kaç karar vericinin inisiyatifine bağlayan bu çevre kanunlarıyla bizi AB kapısından bile baktırmazlar.

        Bir yere bir yatırımın yapılması, bir tesisin yapılabilmesi, bir tesisin kurulabilmesi için, ilgili tarafların (yakın çevrede yaşayanlar dahil) bir araya geldiği, görüş, öneri ve kaygılarını ortaya koyabildikleri demokratik, katılımcı ve tamamen şeffaf olan süreç, artık tarihe karışmıştır.

        Bu durum, zaman zaman halkla yatırımcıyı, devletle çevreciyi karşı karşıya getirse de, sonunda da yapanın yanına kar kalan ağaç, bitki katliamlarıyla ağır çevre tahribatlarıyla karşı karşıya gelinmiştir.

        Gelecek nesillerin emaneti olan temiz ve tahrip edilmemiş çevre, günlük ihtiyaçlar ve günlük politikalar doğrultusunda yok edilmeye başlanmıştır.

        Soma’nın Yırca Köyü’nde termik santral kurulması için en acımasız şekilde yok edilen 7 bine yakın zeytin ağacı ve Urla Ovacık’ta rüzgar santralleri için yok edilmeye başlanan binlerce yetişmiş çam ağacı bu tahribatın en ağır örnekleridir.

        Her iki yatırım da, “getirisi ile götürüsü” arasındaki denge kurulmadan, işin içine biraz da imtiyaz, kayırma, kollama katılarak yapılmıştır.

        Enerji ihtiyaçlısı sadece biz miyiz?

        Sanki dünyanın ya da Avrupa’nın enerjiye ihtiyaç duyan tek ülkesi bizmişiz gibi, insanlarımız, elektrik üretim tesisleri için bir çok değerinden vazgeçme dayatması ile baş başa bırakılmaktadır ki bu durum da, dünya değerler ölçüsünde alt kademelerde, bir hayli de utandıran sürünmüşlüğümüzün bir başka halidir.

        Bu noktada ülkemizin “çevre ile imtihanı”na bir göz atalım:

        Çevre ve Şehircilik Bakanlığı raporuna göre; ilk çevre kanununun yürürlüğe girdiği 1993’ten 2010 yılına kadar geçen 17 yıllık süre içinde 33.824 proje için ÇED kararı alınmış, bunlardan sadece 32 adedi olumsuz bulunmuştur. 31.285 proje için “ÇED Raporu gerekli değildir” kararı verilmiş, 452’sine “gereklidir”, 2055’ine de “olumlu” görüşü verilmiştir.

        Çevre adına daha korkunç rakamları içerdiğine şüphe olmayan son 4 yıllık süre için her hangi bir rakamsal değerlendirme açıklanmadığı için bilmiyoruz.

        Güncele geldiğimizde; Soma’nın Yırca Köyü’ndeki katliam için açılan davaların sonuçlanması, 5-10 yıllara uzanacak bir süreç olarak görünmektedir. Urla Ovacık’ta ki “vatandaş direnmesi” ise maalesef “mutlak hakim kılınacak kamu otoritesi” sayesinde “ezilmeye” mahkumdur.

        “Tam donanımlı kamu otoritesi güçleri” karşısında, bir avuç çevrecinin direnişi, bir avuç köylünün gözyaşları nasıl durabilir ki...

        Diğer Yazılar