Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugün de size, yaklaşık 2.400 yaşına gelmiş bir hikaye anlatacağım... Bir hikaye eğer binlerce yıldır nesilden nesile yazıla yazıla, anlatıla anlatıla geliyorsa, taşıdığı mesajın büyüklüğündendir. Eğer bugün, Avrupa medeniyetinin en az 150-200 yıl gerilerinde debelenip duruyorsak, hala sistem kurmak, oturtmak, gerekirse kopya çekmek yerine kişilerin peşinde koşan bir toplum olmaktan kurtulamıyorsak, Avrupalı’nın 500 yıl önce okuyup kendine geldiği (rönesans ve dinde reform) bu hikayelerden hala habersiz olmamızdandır.

        Tam da birilerinin istediği ve hedeflediği gibi, dine, imana boğularak “hazır balığı löp löp yutmaya” alışmış olmamızdan, balık veren elleri öpmeye doyamamış olmamızdandır.

        Daha kendimiz “adam” olamamışken, “adam seçmekle vazifelendirilmiş” olmamızdandır.

        Hazır balığı yemek yerine balık tutmanın zevkine bir varabilsek. Tıpkı Avrupalı’nın 500 yıl önce yaptığı gibi; dünyanın din adamlarının kafamıza sokmaya çalıştığının dışında çok daha geniş, çok daha özgür, çok daha zevkli olduğunu bir anlayabilsek. Bizi yaratan Allah’ın da, din kitaplarına, çoğu saçma milyonlarca hadise ve din adamı yorumlarına sığmayacak kadar büyük ve kudretli olduğunu bir kavrayabilsek.

        Kula kulluk etmenin, insan onuru ile bağdaşmayacağını kavrayabilecek donanıma bir sahip olabilsek... İşte o zaman bazı düzenbazlıkları, sahtekarlıkları, üzerimizde oynanan pis oyunları fark edeceğiz...

        Beynimizin midemizde değil, daha yukarılarda oluğunu bir farkedebilsek, o zaman anlayacağız “demokrasi”nin ne demek, “aday”ın ne demek, “seçim”in ne demek, “oy”un ne demek, “seçim sandığı”nın ne demek olduğunu...

        2.500 yıl öncesinin insanlarının “düşünüyorum, o halde varım”ından, “düşünemiyorum, o halde yokum”unu çıkaramıyorsak, demek ki daha epey bir süre “canımız cehenneme...” durumunda kalacağız demektir...

        Eşeğin gölgesi kime ait?...

        Gelelim hikayeye;

        Atina Meclisi’nde önemli bir tartışma yapılırken, kürsüye devrin en ünlü hatiplerinden Demosthenes (MÖ 384 - MÖ 322) çıkar. Ancak salondakiler sürekli kendi aralarında konuşmakta, filozofu dinlememektedir.

        Durumu çok sinirlenen Demosthenes “Arkadaşlar; sabırlı olun... Bir hikaye anlatıp ineceğim” der.

        Herkes pür dikkat yüzünü kürsüye döner ve ünlü hatip anlatmaya başlar;

        Uzun zaman önceydi... Bir delikanlı Atina’dan Megara’ya gitmek üzere bir eşek kiralamıştı. Olacak ya; eşeği kiraya veren adamın da Megara’da işi vardı ve beraberce yola koyuldular. Konuşa konuşa giderken, öğle sıcağı bastırdı. Biraz dinlenmek ve yemek için bir su başına çöktüler. Ancak ortada kendilerine gölge edecek hiç bir şey yoktu ve eşeğin sahibi yemeğini alıp, eşeğin gölgesine sığındı.

        Eşeği kiralayan genç bu duruma bir hayli içerledi ve adama;

        Sen çekil, eşeğin gölgesinden, ben oturacağım, dedi.

        Beriki itiraz etti;

        Ben oturacağım, çünkü eşek benim...

        Delikanlı “Ama ben eşeği kiraladım” deyince, sahibinden “Ama sen eşeği kiraladın, gölgesini değil” cevabını aldı...

        Sonunda aralarında kavga çıktı.

        Kürsülerde önemli şeyler anlatılıyor...

        Hikayenin tam burasında Demosthenes kürsüden iner ve yürümeye başlar. Dinleyiciler, “Sonu ne oldu? Sonunu da anlat” diye bağırmaya başlayınca Filozof kendinden emin kürsüye döner; Sizin için çok önemli bir konuda bir şeyler anlatmaya çalıştım, dinlemediniz. Şimdi ise eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Size ne fikrimi söyleyeceğim, ne de eşeğin gölgesine ne olduğunu...

        Demosthenes tekrar kürsüden iner ve yürür gider...

        Şu sıralar, Türkiye “kürsüleri”nden de, eşeğin gölgesinden çok daha önemli şeyler anlatılıyor... Tabii ki, dinleyebilene, görebilene... Göz var görmüyorsa, kulak var duymuyorsa, beyin var düşünmüyorsa, eşekte de var aynı şeyler...

        Hepinize sağlık içinde mutlu pazarlar dilerim...

        Diğer Yazılar