Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        EĞİTİM yılı başlarken hatta kimi okullarda başlamışken, biz müfredatı tartışıyoruz.

        Tartışma genelde Atatürk, cihat gibi meseleler üzerinden yürüyor.

        Yeni müfredatta ve buna göre yazılan ders kitaplarında Atatürk ve Cumhuriyet’in kurucu değerlerine yapılan vurgular azalırken, cihat gibi mevzuların müfredata girmesi eleştiri konusu.

        Ben kendi adıma konulara böyle bakmam.

        Müfredatta Atatürk ve Cumhuriyet’in kurucu değerlerine yapılan vurgunun azalması ise kimbilir belki de Atatürk ve onun bu ülkeye getirmek istediği anlayış lehine bir değişimdir.

        Hemen kızmayın, bunu şu yüzden söylüyorum.

        Yıllardır Atatürk üzerine yapılan “içi boş” vurgularla yetişenlere bakıyorum ve ortada çok açık bir sorun görüyorum.

        Bu vurgularla yetişenler, pek de Atatürk’ü sever görünmüyor.

        Eğer öyle olsaydı bugün Cumhuriyet’in temel değerleri bu denli tahrip ediliyor, Türkiye muasır medeniyete kıçını değil yüzünü dönüyor olurdu.

        Belli ki, vurgu azaldıkça Atatürk’ün değeri artacak.

        Bunu her yerde görüyoruz.

        Ben müfredatın Atatürk üzerinden değil de çağdaş, bilime değer veren, yüzü medeniyete dönük insan yetiştirme konusunda ne kadar başarılı olabileceğinin tartışılmasından yanayım.

        Açıkçası burada ciddi şüphelerim var.

        Niye mi?

        Anlatayım...

        Milli Eğitim Bakanlığı, yardımcı eğitim hizmetlerinde işbirliği yapmak üzere birtakım vakıf ve derneklerle anlaşmalar yaptı.

        Bu dernek ve vakıflar bakanlığa ders dışı eğitimde kurslar, yaz okulları, kamplar açarak destek verecekler ve çocukların okul dışı eğitimine katkıda bulunacaklar.

        Peki bu dernek ve vakıflar hangileri?

        Başlıcalarını sayayım:

        Ensar Vakfı.

        Birlik Vakfı.

        İlim Yayma Cemiyeti.

        İHH.

        Tamamı İslami öncelikli, daha doğrusu İslamcı vakıflar.

        Tamamı “akli bilimler” alanında değil, “nakli ilimler” alanında çalışan kurumlar.

        Sakın yanlış anlamayın, bu vakıf ve derneklerin Milli Eğitim Bakanlığı ile çalışmasına, anlaşma yapmasına karşı değilim.

        Türkiye’de pek çok ana baba, çocuklarının bu gibi vakıf ve derneklerle “eğitim” almasından yana olabilir.

        Buna karışamayız.

        Ancak çocuklarının bu gibi dernek ve vakıfların vereceği eğitimden uzak durmasını isteyecek, buralarda alacağı eğitimi arzu etmeyen, gerekli bulmayan milyonlarca ebeveyn de olduğu çok açık.

        Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir vakıfla anlaşma yapması için o kurumun ille de “İslamcı” olması şart mı?

        Uzun yıllardır eğitim konusunda başarılı çalışmalar yapan ÇYDD veya Eğitim Gönüllüleri Vakfı ya da Türk Eğitim Derneği, hatta Türk Fizik Derneği gibi bilimsel kurumlarla da anlaşmalar yapmak gerekmez mi?

        İnançlı gençler lazım da, Türkiye’yi bilimsel alanda ileri götürecek olan bilimsel düşünceli gençlere ihtiyaç yok mu?

        Bu soruyu TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanvekili Profesör Burhanettin Uysal’a sordum.

        O da “Bu vakıf ve dernekler projelerle geldiler ve bakanlık kabul etti. Sözünü ettiğiniz dernekler veya diğerleri de bakanlığa projeleriyle gelirlerse onlarla da anlaşılır” dedi.

        Bakalım bu gibi derneklerden bakanlığa proje götüren olacak mı?

        Ve tabii götürürlerse ne olacak?

        Merakla takipçisiyim.

        PLAJDA BİRA

        BİR plajda “bira” içtiği için karakola götürülen iki kadın doktorun haberlerini okumuşsunuzdur gazetelerde ya da sosyal medyada.

        Şunu söyleyeyim.

        Aklına estiği yerde aklına estiğini yapmanın rejimle, laiklikle, İslamcılıkla, şunla bunla alakası yoktur.

        Dünyanın her yerinde “kural” diye bir şey vardır.

        Amerika Birleşik Devletleri’nde de, İngiltere’de de, laikliğin ağababasını uygulayan Fransa’da da her yerde içki içilmez.

        Kadın doktorlarımızın içki içtiği plajda da içki içilmiyor olması mümkündür.

        Birileri şikâyet etmiş olabilir.

        Bu da mümkündür.

        Ama böyle bir duruma müdahale etmenin de adabı, yolu yordamı vardır.

        Plajda içki içen kadına (veya erkeğe), dağdan inip plajda eylem yapmaya hazırlanan PKK’lı terörist muamelesi dünyanın hiçbir yerinde yapılmaz.

        Bir görevli gelir, kibarca, efendice, nezaketle, “Hanımefendi, burada içki içmek yasal değil. Çevreden de şikâyet var. Rica etsek buna bir son verir misiniz?” denir.

        Eğer buna rağmen içki içmeye devam ederlerse, “direndiklerine dair” bir tutanak tutulur ve gereği yapılır.

        Ama iki kadın plajda bira içiyor diye başına terör hücresi yakalamış gibi dört polis dikilmez.

        Ama ne yazık ki, Türkiye’de artık mesele bir üslup meselesi haline geldi.

        Bu üslup ve usul bozukluğuyla her mesele olduğundan büyük hale gelir.

        KILIÇDAROĞLU RİSKİ

        CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun oğlu askerliğini yapacak.

        Hakkı olmasına rağmen bedelli askerlik yapmaması takdire şayan.

        Bir politikacının oğlundan beklenebilecek bir özveri.

        Ancak bir şeyi çok yanlış buluyorum.

        Kemal Bey’in oğlunun askerliğini nerede yapacağı detaylı olarak her yerde haber oluyor.

        Bana sorarsanız bu ciddi bir hata.

        Hatadan öte bir güvenlik riski.

        Türkiye’nin geldiği, getirildiği yer ortada.

        Müthiş bir kamplaşma, müthiş bir ötekileştirme.

        Neredeyse düşmanlık seviyesinde bir nefret toplumuna dönüştük.

        Anamuhalefet partisi liderinin oğlunun bulunduğu yerin, böylesine açık bir biçimde yazılıp çizilmesi, bence çok ciddi bir güvenlik riski oluşturuyor.

        HUKUKÇU TROLLE, ÖRT Kİ ÖLEM!

        “SOSYAL medya trolü” deyince aklınıza ne gelir? Daha doğrusu nasıl bir tipleme gelir?

        Orta veya düşük eğitim düzeyinde, bir baltaya sap olamamış, lümpen eğilimleri olan, işsiz güçsüz, kahve köşesinde oturan, nargile kafede geyik çeviren, bir partinin gençlik kollarına üye olarak yolunu bulmaya çalışan tip gelir...

        Sizi bilmem ama benim aklımdaki trol tiplemesi budur. Dün çok acı bir biçimde trollerin böyle tipler arasından çıkmadığını öğrendik.

        CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun uçak yolculuğu sırasında arkasında oturan biri, sosyal medyaya “Uçakta Sezgin Tanrıkulu’nun arkasına oturdum. Telle boğup öldürürsem hapiste bana bakar mısınız?” diye yazıyor.

        Tipik bir trol tavrı.

        Sezgin Tanrıkulu durumu öğrenince arkasına dönüyor ve “Bunu siz mi yazdınız?” diye soruyor.

        Kişi önce inkâr ediyor, sonra kabulleniyor.

        Buraya kadar bildiğimiz, alıştığımız tipik lümpen, aşağılık, pis trol tavrı.

        Ama bundan sonrası daha büyük rezalet.

        Bunu yazan kişi Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi çıkıyor. Hem de hangi bölümde tahmin edebiliyor musunuz?

        Hukuk bölümünde.

        Yani yarın öbür gün avukat, savcı, hâkim olarak karşımıza çıkma olasılığı olan biri.

        Tanrıkulu’nu seversiniz, sevmezsiniz; son çıkışlarından dolayı, tipinden dolayı, fikrinden zikrinden dolayı eleştirebilirsiniz.

        Ama böyle bir şey söylemek, bunu sosyal medyada soru haline getirmek...

        Hele hele bir de hukukçu... Hele hele bir de öğretim üyesi iseniz... Ne diyeyim...

        Ört ki ölemden gayrı...

        “Bu ülke dikiş tutar mı?” diye düşünüyoruz ya bazen. Tutar belki tutmasına ama bayağı bir dikmek gerekir.

        Çünkü bu tipleri dike dike bitiremezsin!

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Görünen köye kılavuzla bile gidemeyenlere güvenmediğimiz zaman.

        Diğer Yazılar