Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        HAZIR dershane meselesiyle birlikte özel okullara teşvik gündeme gelmişken, yıllardır yazdığım ama ne yazık ki bir arpa boyu yol kat edemediğim bir meseleyi bir daha tartışmak istiyorum.

        Türkiye’de özel okullara giden çocukların oranı çok tartışılmakla beraber aslında hayli düşük.

        Toplam içindeki payı yüzde 5’ler civarında olarak söyleniyor.

        Yine de önemli bir pay ve özel okullar bir anlamda devlet okullarının zaten çok ağır olan yükünü hafifletiyor.

        Yükü devletin üzerinden alarak ana-babanın üzerine veriyor.

        Şimdi dershanelerin kapatılıp özel okullara dönüştürülmesiyle ilgili tartışmada Milli Eğitim Bakanlığı özel okullara teşvik verilmesini öneriyor.

        Öğrenci başına 3 bin 500 TL’lik bir teşvikten söz ediliyor.

        Oysa benim yıllardır söylediğim ve önerdiğim bir şey var.

        Çocuğunu özel okula yollayan anababalar, devletin üzerinden bir yük alıyorlar.

        Devletin o öğrenci için harcamak zorunda olduğu parayı, kendi ceplerinden harcıyorlar.

        Oysa o ana-babaların ödediği vergilerin bir kısmı çocuklarının eğitim masraflarını da kapsıyor.

        Yani devlet, o çocukların olası harcamaları için ana-babadan parayı tahsil etmiş durumda.

        Çocuk özel okula gidince devlet bu parayı “haksız yere almış” oluyor.

        Elbette devletin bu parayı geri vermesini falan isteyecek hali yok velilerin.

        Buna karşılık çok haklı bir talep var.

        Özel okul ücretlerinden KDV’nin alınmamasını istiyor veliler.

        Çünkü özel okul ücretlerine bir de KDV eklenince, ana-babalar zaten devletten almadıkları ve feragat ettikleri bir hizmet için devlete bir kez daha vergi ödemek zorunda kalıyorlar.

        Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’le oturup bu konuyu çözse sadece belirli bir grubun değil, tüm velilerin gönlünü kazanmış olur.

        Devlet-cemaat çatışmaları

        “MESELE dershane meselesi değil, AK Parti cemaate darbe vurmak istiyor” görüşü, genel geçer bir görüş halinde.

        Niyet okuma uzmanı olmadığım ve yaş ilerledikçe bundan mümkün olduğunca kaçınmaya çalıştığım için net bir şey söylemem mümkün değil, ama bu görüşü ben de bir miktar paylaşabilirim.

        Ancak Başbakan’ın cemaate topyekûn bir savaş açtığı kanaatinde de değilim.

        Benim gördüğüm, hükümet, cemaat başta olmak üzere çeşitli çevrelere, “Devlet işlerine karışmayın, müdahil olmayın. Bu benim işim” mesajı vermek istiyor.

        AK Parti çevrelerinde konuşulan da bu yönde.

        “Biz tüm cemaatlerin inanç özgürlüğünün önünü açtık. Hayal edemeyecekleri şeyler yaptık. Hiçbir cemaatin bizimle ters düşecek durumu yok. Ama cemaatler dini konularla ilgilensinler. Devlet işlerine müdahil olmasınlar” diyorlar.

        Bu duruma örnek olarak da başka bir dini cemaatin, o bakanlık içindeki kadrolaşmasından ötürü bir bakanın bile görevden alındığını söylüyorlar.

        Söylemek istedikleri şu:

        “Hiçbir cemaate ayrıcalıklı bir pozisyon yaratmayız.”

        Yine aynı çevrelerin söylediği başka bir şey de dikkat çekici:

        “Hükümetin Hizmet’e karşı bir tavrı olsaydı, Hizmet’e dershanelerin kapatılmasından daha büyük zararlar verecek adımlar atılırdı.”

        O adımların neler olabileceği konusunda bir fikrim yok.

        Ama şunu biliyorum.

        Osmanlı döneminden beri devlet ile cemaat veya tarikatlar arasında her zaman bir çekişme olmuştur.

        Ne zaman ki, cemaat veya tarikatlar devleti temsil eden otoritenin alanına girmişlerse veya devlet otoritesini kullanan kişi veya kurumlar böyle bir algıya kapılmışlarsa, devlet ile cemaatler çatışmıştır.

        Bu çatışmalardan en büyüğü Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşanmıştır ve merak edenler tarihe bakarak bu çatışmanın sonuçlarını görebilirler.

        Bu çatışmalardan galip çıkan ise her zaman devlet tarafı olmuştur.

        Tabii bu galibiyet cemaat veya tarikatları asla ortadan kaldırmamış, tarih sahnesinden silmemiş, hatta cemaatler hayatiyetlerini o çatışmadan sonra da devam ettirmişlerdir.

        Ama devlet karşısında asla galip gelememişlerdir.

        Müdürden savunma ve yalanlama

        ST. Michel Lisesi’nin “tacizle suçlanan” müdürü Jacques Augereau bir mektup yollamış.

        Anlamını bozmadan kısaltarak aktarıyorum:

        “Bugünkü (dünkü) köşenizde ‘Taciz mühim değil’ başlıklı yazınızla ilgili olarak, tek taraflı ve yanlış bir bilgilendirmenin kurbanları olduğumuzu sanıyorum.

        Öncelikle ‘Taciz mühim olmaz mı?’, hele ki bir eğitim kurumunda? Hele ki bir müdürün yanında çalışan sekreterine karşı? Böyle bir şey dünyanın en büyük alçaklığı olurdu; eğer gerçek olsaydı.

        Ama bunlar gerçek değil.

        İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılamamda hakkımda, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildi. Avukatlarım mahkemenin kararının bir mahkûmiyet kararı olmadığını, adli sicile işlenmediğini, bir nevi af niteliğinde olduğunu belirtseler de ben işlemediğim bir suç için affedilmek istemiyorum ve böyle bir kararı kabul etmiyorum. Hakkımda beraat kararı verilmesini istiyorum ve bunun için sonuna kadar mücadele edeceğim.

        Avukatlarım bu karara karşı Yargıtay’a gidilemeyeceğini ancak Adalet Bakanlığı’na başvurulacağını söylediler.

        Şu an bu başvurunun neticesini bekliyorum. Buna göre ‘sabıkalı’ olduğum bilgisi doğru bir bilgi değildir.

        Mektubuna yer verdiğiniz kişinin hakkımda bakanlık raporu olduğu iddiasını aynen bir gerçekmiş gibi kabul ediyor ve okurlarınıza duyuruyorsunuz. Bu kişinin iddiaları üzerine bakanlık müfettişleri gerçekten de okulda çok ciddi bir soruşturma yürütmüşlerdir. Ancak bunun sonucunda hakkımda ‘Görevden alınmalı’ şeklinde bir rapor düzenlenmesi kesinlikle söz konusu değildir. Aksi halde görevde kalmam elbette ki mümkün olmazdı.

        ...Ama aynı raporda, Ü. S.’in yalan beyanda bulunduğu, yaptığı bir eylemi yapmadığını söylediği ve buna rağmen ceza aldığı kolayca görülecektir.

        Mektubuna yer verdiğiniz kişiye taciz ya da benzeri hukuka aykırı en ufak bir hareketimin olması kesinlikle söz konusu değildir. Kendisi okuldaki son anına dek, işine son verilmemesi için, müdür yardımcılarının, öğretmenlerin ve çalışanların önünde akıl almaz bir çaba göstermiştir. Yine işten atılana dek hiçbir taciz iddiası yoktur. Sözünü ettiği işe iade davasında da ‘taciz’ konusuna ilişkin en ufak bir iddiası yoktur. Karar sadece ‘hiçbir uyarıda bulunulmadan’ işten çıkarılması nedeniyle verilmiştir. Taciz iddiasıyla ilgili olarak ilk kez, işten çıkarılmasından tam 10 ay sonra başvuruda bulunmuştur.

        Bu süreçte, benim tacizci olmadığım, ama kendisinin yalan söylediğini kanıtlayacak yeni deliller (bilgisayar kayıtları) ve yeni tanıklar ortaya çıkmış ve tazminat davasını sürdüren mahkemeye sunulmuştur.

        Bu somut bilgileri göz önüne alarak, mağduriyetimizin tarafınızca giderilmesini diliyorum.”

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Düşünce ve paraşütün birbirine benzediğini, açık olmadıkça ikisinin de bir işe yaramadıklarını anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar