Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün sabah Terörle Mücadele Şubesi’nden aradılar.

        “Fatih Bey, Karargâh Evleri soruşturması kapsamında mağdur olarak ifadenize başvurmak üzere bugün sizi Beşiktaş’taki Özel Yetkili Savcılık’a bekliyoruz” diyerek.

        Şaşırdım.

        Öğleden sonra kalktım gitti. Savcı Kadir Altınışık ifademi aldı.

        Hanefi Avcı’nın Eskişehir Emniyeti’ndeki ofisinde yapılan aramada 25 adet kaset bulunmuş.

        Bu kasetlerde pek çoğu gazetecilere ait telefon dinleme kayıtları varmış.

        2000 yılı öncesine ait kayıtlar.

        1996 ile 1999 arasına ait olduğunu tahmin ettiğim kayıtlar.

        Benimle ilgili dinlemelerde bir fevkaladelik yok.

        O yıllarda Emniyet Teşkilatı’yla ilgili bir yazı yazmıştım. Dün gibi hatırlıyorum. “Bunlar mı Cumhuriyet’in Polisleri” başlıklı hayli ağır bir yazı.

        O yazıdan sonra dünya bana dar edilmişti.

        Gazetedeki telefonum durmadan çalıyor, açtığımda karşımda polis olduğunu söyleyen birini buluyor ve sonrasında küfürler uçuşuyordu.

        Polis olduğunu söyleyen kişi bana sövüyor, ben de ona sövüyorum.

        Karşılıklı.

        İş öyle bir hale gelmişti ki, evde de geceleri telefonu fişten çekip yatabiliyordum, çünkü sabaha kadar durmadan telefon çalıyor, durmadan küfür işitiyordum.

        Evden çıkıp gazeteye gidinceye kadar defalarca otomobilim durduruluyor, otomobilimde arama yapılıyordu.

        Günlerce bu ıstırabı çektim.

        Sonunda üst düzey bir Emniyet yetkilisi arayıp “Dersini aldıysan keselim. Yoksa devam edecek” dedi.

        Ben de kendisine, “Vallahi ben eğleniyorum. İsterseniz devam edin” dedim ve gidip savcılığa şikâyette bulundum.

        Birkaç gün sonra telefonlar kesildi. Bıçak gibi.

        Hemen hemen 13-14 yıl önce.

        Benimle ilgili dinlemeler işte bunlar. O konuşmalar. O günler.

        Savcılar da gülerek dinlemişler. “Bu sizsiniz” dediler.

        “Evet benim. Hiç şaşırtıcı değil. Benim tarzım” dedim.

        Bir de o zamanki Teke Tek’in yapımcısıyla bu olay üzerine yaptığım bir konuşma ve eşimle yaptığım bir konuşma kayıtlı. (Eşimin adını Sude olarak anlamışlar hızlı konuştuğum için. Sonra Hande dediğim anlaşıldı.)

        Savcı Altınışık sordu, “Bu kayıtlarla ilgili olarak size tehdit veya şantaj yapıldı mı?” diye.

        “Hayır” dedim. “Bu kayıtların olduğundan bile haberim yoktu.”

        Zaten bunlarla ne şantajı yapılabilir ki, küfür ediyoruz karşılıklı.

        Savcı Altınışık sordu: “Peki şikâyetçi misiniz?”

        “Elbette şikâyetçiyim. Bu kayıtları kim yaptı, kim yaptırdı bilmiyorum ama sorumluların bulunup cezalandırılmasını istiyorum” dedim.

        Şikâyetçiyim.

        Herkes de olmalı.

        Olmayanlara da şaşırıyorum, neden olmuyorlar diye. Mesela Mehmet Ali Birand’a.

        Bu kayıtları yaptırıp saklayan eğer Hanefi Avcı ise gerçekten olay enteresan.

        Dün herkesi dinleyip arşivleyen, bugün dinlemelerden şikâyet ediyor. Kitap yazıyor.

        Eeee, ben hep diyorum bu köşede, “Bir yolu açarsanız o yoldan kimlerin geçeceğini bilemezsiniz”.

        BAZEN İSTİM ARKADAN GELİR

        Yıllardır, "Hiç kimse karışmazsa, hiç kimse siyaseten kullanmazsa üniversitede türban konusu kendi kendine çözülür" diye yazıp durduk.

        Ben yaşlarda olanlar, üniversite talebesi oldukları günleri hatırlasınlar.

        Türban diye bir derdimiz var mıydı?

        Okullarımızda az sayıda türbanlı öğrenci vardı.

        Bizim okulda türbanlılar ayrı takılırdı. Başka kantine giderler, bahçenin sakin bölümlerinde otururlardı.

        İşin ilginci, onların kantininde ya İslami görüşü benimsemiş erkekler ya da genelde sol gruplara mensup diğer öğrenciler birlikte otururdu.

        Diğer kantin ise bizim gibi "lümpenlerindi".

        Sonra Özal başımıza bela etti bu türban meselesini ve artçıları giderek içinden çıkılmaz hale getirdi.

        Şimdi yine eskiye doğru bir dönüş var anladığım.

        Tarhan Erdem, "Mahalle baskısıyla yakında üniversitelerde hemen hemen bütün kızlar başını örter" diyor.

        Emin değilim.

        Tam tersi de olabilir.

        Bir kimlik göstergesi olmaktan uzaklaşırsa belki de türban takma gereği duymamaya başlar bazıları.

        Tabii yine de benim içim rahat değil.

        Bu sorunun tam olarak çözüldüğü kanaatinde değilim.

        Bence meselenin bu şekilde "fiili" olarak çözülmesine paralel "hukuki" olarak da çözülmesi gerekiyor.

        Yani sorun gündemden düştükten sonra bunun hukuki altyapısı da hemen oluşturulmalı.

        "Böyle hukuk devleti mi olur?" diyeceksiniz.

        Doğru, olmaz ama olur.

        Nasıl ki özel radyo ve televizyonlarda böyle oldu.

        İstim arkadan geldi.

        Burada da olabilir.

        Ama şimdi benim başka bir kaygım var.

        Bir sonraki adım liselerde ve sonrasında da ilköğretimde, başörtüsü veya türbana yol verilecek diye hissediyorum.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        "Silahla yaşayanlar başka silahşorlardan şikâyet etmedikleri zaman."

        Diğer Yazılar