Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TUTARLI politika diye ben buna derim.

        Türkiye’nin en yetkili ağızları, hatta ağzı, ilk hatırladığım 28 Şubat günü, hemen hemen 1 ay kadar önce Libya’ya NATO müdahalesiyle ilgili olarak “NATO’nun ne işi var orada” açıklamasını yaptı.

        Daha sonra benzer açıklamalar aynı oranda yetkili olmasa da başka ağızlardan da geldi.

        Almanya’daydı galiba yine aynı konu açıldı, yine yanıt aynıydı: “NATO’nun ne işi var orada?”

        Üç beş gün öncesine kadar bu şarkıyı dinledik: “NATO’nun ne işi var orada?”

        Biz de dedik ki: “Herhalde bir bildikleri vardır. Bir politika belirlediler onu uyguluyorlar.”

        Yanılmışız.

        Üç gün öncesine kadar “NATO’nun ne işi var orada”yken şimdi birdenbire en önde NATO gücü olarak Libya’ya, daha doğrusu Sirte Körfezi’ne doğru yol alıyoruz 5 gemiyle.

        Şimdiki söylem hafif çark etti.

        “Biz Libya halkına silah doğrultan tarafta yer almayız.”

        “E, peki o zaman orada ne işimiz var” diye sakın sormayın.

        Çünkü silah doğrultmayacakmışız.

        İşimiz Kaddafi’ye yönelik ambargoyu denetlemek, ambargonun delinmesini önlemek, Kaddafi’ye yardım gelmesinin önünü Türk gemileriyle kesmek.

        Üstelik de kendi söylemleriyle orada ne işi olan NATO adına.

        İyi planlanmış dış politika diye işte buna derim. İyi de Libya halkına silah doğrultmamak ile bu yapılan arasında ne fark var?

        Bence yok.

        Durum şuna benziyor.

        Birileri yolda birini dövüyor. Üç kişi vuruyor, biri tutuyor.

        Tutan karakola götürüldüğünde diyor ki: “Ben vurmadım.”

        Batının kabadayıları Libya’yı dövüyor.

        Biz ise elini tutuyoruz.

        Sonra da diyoruz ki: “Biz dövmedik.”

        Biz de inanıyoruz.

        Not: Türkiye’nin bu operasyona NATO çerçevesinde katılmasını yanlış bulmuyorum. Ama politikanın tutarsızlığını anlamakta zorlanıyorum. Bugün yapılan doğrudur. Ama ya dün söylenenler!

        Rekabet Kurulu’na şikâyet

        GAZETELERİN asli görevi doğruları yazmak, okurlarına doğru bilgi ve doğru haber aktarmak.

        Başbakan Erdoğan dahi sık sık bu konuyu gündeme getirip medyadan şikâyetçi oluyor.

        İyi de kendileriyle ilgili en basit doğruyu bile saklayan gazeteler, bunu nasıl yapacak?

        Habertürk yayın hayatına başladığından beri bitmeyen bir şikâyetimiz var.

        “Gazeteler, satış rakamları konusunda halkı kandırıyor” diyoruz.

        Habertürk hariç istisnasız tüm gazeteler, satış rakamlarını abartarak, şişirerek duyuruyor.

        Çünkü Habertürk dışında hiçbir gazetenin satış rakamları bağımsız denetime tabi değil.

        Biz de bundan şikâyet edip duruyoruz.

        Ancak kendimiz söylüyor, kendimiz dinliyoruz.

        Bu konudaki sabıka dosyaları hayli kabarık olan gazeteler, yalan rakamlar vererek herkesi kandırmaya devam ediyorlar.

        Benim anlamadığım şu.

        Her konuda denetim yapan, işinin hakkını vermeye çalışan, bankaların bile gözyaşına bakmayan Rekabet Kurulu, gazeteler söz konusu olduğunda niye sessiz kalıyor?

        Yalan rakamlarla halkı kandırmak, rekabeti bozmak suç değil mi?

        Rekabet Kurulu’na açık bir şikâyette bulunuyorum.

        Lütfen gazetelerin tirajlarını denetleyin ve satış rakamları konusunda yapılan yalancılığı ortaya çıkararak haksız rekabeti önleyin. Bugüne kadar işinizi, gözünüzü kırpmadan yaptığınızı biliyoruz. Lütfen bizim sektörümüze de el atın.

        Kendisi hakkında bu kadar yalan söyleyen bir sektör, başka konularda neler yapmaz bir düşünün!

        Bakışından belli

        BU da oldu.

        Çıkmamış kitap toplatıldı. Yayınevi ve hatta kitabı yazan gazetecinin arkadaşlarının çalıştığı gazete basıldı. Çıkmamış kitabın bilgisayarlardaki kopyaları toplatıldı, ilgililerden “Bende kopyası yoktur” diye imza alındı.

        Bütün bu işlerin yapıldığı ülkeye “ileri demokrasi” demek ne kadar doğrudur, ne kadar geçerlidir bilmiyorum.

        Ancak bu yapılanın “basın ve düşünce özgürlüğü” konusunda giderek sicili bozulan bir ülkede “hükümete karşı yapılmış bir komplo” olduğunu düşünüyorum.

        Türkiye’yi üçüncü sınıf demokrasi olarak göstermenin bundan daha kestirme bir yolu yöntemi olamazdı.

        Eğer basılmamış kitaplar toplanıyorsa, yarın öbür gün yolda gördüğü güzel bir kadına bakan bir adam da “tecavüz sanığı” olarak tutuklanabilir.

        “Yahu ben ne yaptım” derse de “Bakışından belliydi aklından ne geçtiği” yanıtıyla Silivri’ye yollanabilir.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Geri vitese takıp ileri gidemeyeceğimizi anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar