Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Vurulduğu gün yazdım, “İbrahim Tatlıses’i hatalarıyla sevaplarıyla severim” diye.

        Çünkü sanatçıdır. Sanatçıların biraz acayip olmasına ses çıkarmam.

        Seveni öyle sever. Sevmeyen öyle sevmez. Nefret eden de öyle eder.

        Vurulmasına üzüldüm. Çevremdeki pek çok kişi üzülmemiş olsa da. Özellikle de kadınlar.

        Neyse ki, iyileşti. Tam olarak sağlığına kavuşması vakit alacak olsa da, belki de hiçbir zaman tam olarak sağlığına kavuşamayacak olsa da, hayatta kalması bile mucize.

        Dün de Başbakan Erdoğan’la çekilmiş fotoğrafları dağıtıldı basına.

        Maşallahı vardı ikisinin de.

        Bu arada öğrendik ki, Tatlıses AKP’den milletvekili aday adayı olmuş.

        Başbakan açıkladı. Adaylık belgelerini aldık diye.

        İşte benim için “zurnanın zırt dediği yer” burasıdır.

        İbrahim Tatlıses’ten milletvekili falan olmaz.

        Yakışık almaz.

        Başbakan Erdoğan bir gün önce bir toplantıda konuşacak ve kadının reklamlardaki istismarına karşı çıkıp “Ben belediye başkanlığı dönemimde kadının istismar edildiği reklamları bile billboardlara astırmadım” diyecek, bir gün sonra İbrahim Tatlıses’in milletvekili aday adaylığını duyuracak.

        Kadın döven, bunu gizlemeyen, kadınları “bir şekilde” vurulan İbrahim Tatlıses’in.

        Eh, artık bundan sonraki dönemde de kadınlarla ilgili toplantı ve konferanslarda Tatlıses temsil eder AKP’yi.

        Diyeceksiniz ki, “Sana ne kardeşim. Kadın razıysa dövülmeye ve hâlâ Tatlıses’in peşindeyse kadınlar sana ne!”

        İyi o zaman, onu geçelim bir kalem. Ya Tatlıses’in geri kalan sicili ne olacak?

        Mafyatik adamlarla ilişkiler... Vurmalar, vurulmalar ne olacak?

        Urfa Çarşısı’nda vurulup öldürülen delikanlı ne olacak?

        Böyle mi olur bu milletin vekili?

        Böyle mi temsil edilir bu Millet Meclisi’nde.

        Böyle edilir diyorsanız hiç sözüm yok.

        Böyle başa böyle tarak.

        Gerisini yazmaya gerek yok!

        Yazarlık 657 sayılı yasaya mı tabi?

        HÜRRİYET Gazetesi, bazı yazarların yazılarını azalttı, bazılarının da işine son verdi. Kıyamet koptu.

        Ben hiç bu fikirde değilim doğrusu.

        Köşe yazarlığı dediğin “657 sayılı devlet memurluğu mu?”

        Bir kere yazar oldun mu, kaydı hayat şartıyla o köşe senin malın, tapulu arazin mi oluyor?

        Bence değil.

        Gazeteler süreç içinde fikir değiştirebilir.

        Okurundaki değişimi gözlemleyip yeni okur kitlesiyle bağdaşmayan ve gazetenin yeni fikri yapısıyla uyuşmayan yazarlarla yolunu ayırabilir. Yazar kendi fikrine uygun bir başka gazetede yazmaya başlar.

        Ya da yazar köşesini doğru kullanmıyordur. Kişisel amaçları için kullanmaya başlamıştır. Yazarın işine son verilebilir. Buna göz yumacak gazete bulursa yazar da orada yazmaya başlar.

        Yazar açısından en kötüsü “okunmadığı için” işine son verilmesidir. Bu da çok olur. Yazar çağı yakalayamamıştır, belki tembelleşmiştir. Belki de yeni nesli yakalayamamıştır. Okunmuyordur. Üstelik de artık gazeteler için bunu ölçmek çok kolay. İnternetteki okunma oranlarına bakınca kabak gibi görünüyor her şey. Ve yazardan artık yazmaması istenebilir.

        Bunların hiçbiri için kıyamet koparma hakkına sahip değiliz.

        En fazlasından, yazarı çok seviyorsak gittiği gazeteden takip ederiz. Ya da gazeteyi almayı bırakabiliriz.

        O kadar!

        Not: Bekir Coşkun’la yollarımızı ayırmamızı bunların hiçbirine dahil etmiyorum. Bilesiniz.

        Kafamızda delete tuşu mu var!

        BUNU da gördük ya aldı hepimizi bir korku.

        Basılmamış kitaba yasak geldi.

        Herhangi bir demokraside, hele hele bu çağda olacak şey değil.

        Benim geçmişten bildiğim iki örnek var.

        Biri Abdülhamid zamanında, diğeri Cumhuriyet’in ilk döneminde.

        Murat Bardakçı ikisini de yarın yazacak zaten.

        Geniş geniş okursunuz.

        Abdülhamid’inki istibdattan, baskıdan... Abdülhamid’in kendini, saltanatını koruma güdüsünden.

        Cumhuriyet’in ilk dönemindeki ise yeni kurulmakta olan Cumhuriyet’i koruma kaygısından.

        Şimdi kim ve ne korunuyor bilemiyorum.

        Ama bildiğim şu ki, bir kitap ister basılmadan, ister basıldıktan sonra toplatılsın veya yakılsın, fark etmiyor.

        Bir yerde bir kopyası çıkıyor.

        O gün basılmadan toplatılanlar da öyle olmuş. Bugün toplatılanlar da böyle olacak.

        Yazılan bir kitap, artık yazarının bile malı değil, tarihin malı oluyor. (Carlos Ruiz Zafon’un yazdığı Rüzgârın Gölgesi ne güzel kitaptır)

        O yüzden de ister bilgisayarda “delete” tuşuyla silinsin, ister ele geçirilen kopyaları ateşe atılsın, isterse kıyma makinesinden geçirilsin fark etmez.

        Örnek mi istersiniz.

        İşte Kuran.

        Başlangıçta yazılı olmadığı halde, tek satırı değişmeden bugüne gelmiş. Baskılara rağmen.

        Baskı, kitabın değerini artırır, başka bir işe yaramaz.

        O yüzden bu sevdaya kim kapıldıysa vazgeçsin.

        Kafalardakini silecek “delete” tuşunu daha icat edemediyseniz bir işe yaramaz.

        Belki çıkarla, menfaatle, korkuyla, baskıyla bir süre hafızaları bloke ederseniz.

        Ama asla “delete” edemezsiniz!

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Basılmamış kitabın davası olmayacağını anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar